1 Kasım 2012

Veba...


Tam 7 yıl önce Üniversiteye ve İOTT'ye (İktisat Oyuncuları Tiyatro Topluluğu) başladığım ilk yılda, Albert Camus'nun Veba romanı ve Sıkı Yönetim oyununu düzenleyip Veba Yönetimi ismiyle sahnelemiştik. Albert Camus ile tanışmam bu oyunun hazırlık süreçlerine dayanır. Hem oyun gereği, hem de yazarın sanat yaşamındaki ağırlığı nedeniyle ilk okuduğum eser Veba olmuştu. Sonraları bir-iki kitabı dışında hemen hepsini okuyup ve Albert Camus'yu favori yazarım ilan etsem de, Veba romanı benim için apayrı bir yerde kalmaya devam etti.

Olayların geçtiği yer olan Oran şehrinin betimlemeleri o kadar fotografik bir yer etmiş ki beynimde, sanki gidip görmüşüm gibi dönem dönem aklıma gelirdi. Ne zamandır da, o etkiyi tekrar yaşamak, kitabın bana yüklediği ağırlığı daha yakın hissedebilmek için bir kez daha okumayı istiyordum. Bu yüzden birkaç ay önce, bir kitap alışverişi sırasında raflardan bana göz kırpan Veba'yı görmezden gelmedim.

Kitabı ikinci kez dün bitirdim ve hayatımda bu denli önemli yer etmiş bir kitabı, yine hayatımda önemli bir yeri olan bloguma da taşımak istedim. Bu yazının, haftasonu eklerindeki şablon kitap tanıtımları gibi olmasını istemediğimden konuyu fazla laçkalaştırmadan söyleyeceğimi söyleyip gitmek istiyorum. Zaten bu yazının amacı da eser üzerine yorum yapmak değil. Şayet Albert Camus'yu yoruma tabi tutmak konusunda kendimi hala yolun başında görüyorum. O yüzden Black Swan yazımda da yapmış olduğum gibi, bir durum tasviriyle duygularımı ifade etmek isterim.

Hani bazı roller vardır. Hepimizin gün içinde edindiği takındığı roller: Anne, eş, sevgili, çoluk çocuk... Biraz daha mikro incelemeye gidersek: Kibirli, kıskanç, hoşgörülü, yardımsever vs... Ve bu rollerin sürekli ve sürekli olarak birbirleriyle çatışması, etkileişimi söz konusudur. Böylece toplumsal ilişkiler ağı oluşur, rutine bağlanır, hayat akar gider.

Ama öyle dönemler vardır ki, hiçbir zaman seni bulamayacağını düşündüğün şeyler yanı başında olmaya, bozulmayacağını düşündüğün kurallar dağılıp yok olmaya, hayatı medeni ve güzel kılan detaylar gözden kaybolmaya başlar. Tıpkı bir veba gibi insanları saran bu felaket anlarında, toplumdaki bütün sıfatlar ortadan kalkar, bütün bu etkileşim çarkı sekteye uğrar, akla getirilmeyen korkular ve bencillikler o kadar su yüzüne çıkar ki, ahlak, adalet, din gibi kavramlar sorgulanmaya başlar. Yalnızca iki yol kalır geriye: Yaşam ya da ölüm. Varolmak ya da olmamak. Veba'dan kurtulmak ya da Veba'ya esir olmak.

Peki ya bu sizin için yeterli değilse? Ölüme boyun eğmek, ya da yaşama bencilliği içine düşmek dışında yapılması gereken nedir? Varolmak nedir? Varolma amacımız nedir?

İşte Albert Camus okuyucusuna böyle bir kentin tasvirini yaparken, satır aralarında da bu soruların cevaplarını veriyor. Felsefesinin çerçevesinde ördüğü olaylar zincirinde, üçüncü bir yolun tanımını yapıyor. Ve bunu o kadar ustalıklı bir dille yapıyor ki, yarattığı duygu değişimleri size hem darbe yedirip hem de ayağa kaldırıyor. Uyandırdığı duygular o kadar coşkun ve o kadar gerçek ki, insan birileriyle bu duyguları paylaştığı an büyünün bozulcağından korkuyor. Kitap, içinizden bir şeyleri söküp çıkarırken, yerine büyük ağırlıklar bırakıyor. Bundan böyle bu ağırlıklarla yaşayacağınızı biliyorsunuz; fakat daha "farkında" hissediyorsunuz.

İşte Albert Camus'nun Veba eseri böyle bir eserdir.