1 Kasım 2012

İlhan Abi'ye...

Bu sabah Eylem'den duydum. Erkenden uyanıp, giyinip, her gün binlercesini yaptığımız türden sıradan bir işi yapmak için kendimi evden dışarı atacakken, tam ayakkabılarımı giyerken çaldı telefon. Onunla konuşmalarımız hep şen şakraktır bilirsin, o yüzden sesindeki titremeyi ancak "Bir şey olmuş" dediği an farkedebildim. "Ne olmuş" sorusu o kadar sabırsız çıktı ki ağzımdan, cevabına kendimi hazırlayamamıştım bile.

Ama zaten hazırlayamazdım ki. İnanılacak türden bir şey değildi çünkü bu. Ne zaman sana ulaşmak istesek yanı başımızda olacağına o kadar alıştırmıştın ki hepimizi, bu haber karşısında şaşkına dönmek kaçınılmazdı. Sonra kendimi salonda buldum. Bir baktım ki ayakkabımı çıkarmışım, ne ara çıkarmışım bilmiyorum. Telefon elimde kapanmış, nasıl kapattık bilmiyorum. İlk defa bu denli paylaşımda olduğumuz bir arkadaşımı kaybetmişim. Duygularımı yokladım. Hissizdim. Hiç bir şey hissetmiyordum. Ne kadar oturduğumu bilmeden bir süre boş boş oturdum.

Sonra Gözde'yi aradım, ulaşamadım. Çelik'i aramaya elim gitmedi, kardeşinin vefatını haber verme zorluğunu bir kez daha yaşatmak istemedim ona. Ramazan'ı aradım, yeni duymuştu.

Dışarı çıktım. Otobüse bindim. Hipnoz halim devam ederken gözümün önünde sürekli seninle ilgili kareler döndü durdu. Hafızamı yokladım -bu konuda senin kadar iyiyimdir bilirsin- ama hiçbir yerden seninle ilgili sevimsiz bir anı bulamadım. Hastalığından bahsederken bile alaycı tavrını bırakmadığın aklıma geldi: "Ölüp gidicem oğlum ben, sıkıldım sizden." derken bile aslında o kavramı uzaklaştırıyordun kendinden.

Vapur iskelesine geldiğimde Bekir'i aradım. Bilmiyordu. "İlhan'ı kaybettik" demek, o hissizlik duvarıma bir rüzgar gibi çarptı. Üşüdüm mü, ürperdim mi anlamadım ama bir titreme geldi vücuduma. İnsan böyle bir haberi duyduğu anda idrak edemiyor ki. Telefonu açmadan üç saniye önce hepimizin öncelik sıralamasında onca ıvır zıvır varken, üç saniye sonra bu haber tüm sıralamaları darmadağın ediyor. Ama üzerinden biraz zaman geçtikçe daha da ağırlaşıyordu haber. Az önce yaşadığım şok ifadesinin aynısını Bekir'de de hissettim. Şimdi de o anlam veremiyordu.

Çok mu hızlı geçiyordu İstanbul'da ulaşım, ne ara varmıştım gideceğim yere? Kafamın allak bullaklığı devam ederken telefonum çaldı. Gözde arıyordu. Nihayet hiçbir fayda getirmeyecek sorularıma cevap bulabilecektim. Şaşkınlığımı konuşacaktım, aklım almıyor diyecektim belki de. Ama böyle olmadı. Çünkü Gözde de bilmiyordu. Peki şimdi ne yapacaktım? Bekir'e söyleken sarsılan o hissizlik duvarı kaldırabilecek miydi ikinci darbeyi? Hazırlıklımıydım o duvarın arkasından döküleceklere? Gözde'ye söylemek daha kolay olmayacaktı. Hele ki sesi bu kadar güzellikle çınlarken. Ama söylüyordum işte. Kelimeler bir bir dökülmeye başlamıştı ki ağzımdan, henüz cümle olamadan o hissizlik duvarım daha fazla dayanamayıp kırıldı. Ardındaki ateş dalgası bendini yıkıp hücum etti bana. O kadar boğuldum ki bir anda, sokak ortasından ağlamaya başladım. Son bir saattir birikip duran hislerimin ağırlığı altında eziliyordum şimdi. Artık zaman daha ağır geçiyordu. Yapabilecek bir şeyin olmadığını kabullenmeye bile yeltenemedim. Öylece kaldım.

Sonra zaman yine hızlı sardı. Saçma sapan bir sürü şeyi yaşamak zorunda bırakıldığımız bir gün daha gece oldu. Yarınki cenazene gelmek için çabaladım. Eleştirmek için tiyatro oyunları oynadığımız o meşhur dünya işleri yüzünden gelemeyecek olmak daha da koyuyor bana. Ama sonra senin bu tarz törensel anları sevmediğini hatırlıyorum. Doğum gününü kutlarken bile, "Eeh, kesin artık yeter, sevmiyorum hiçbirinizi" dediğini hatırlıyorum. Şenlik açılışlarında da bolca karşılaştığımız o asilzade havalarla alay ettiğini hatırlıyorum. Fuayelerde artist artist konuşalım derken sıçıp batırdığımız anlardaki bakışını hatırlıyorum. Şimdi de bana "Gelmezsen gelme lan, çok da umrumdaydı" dediğini duyar gibiyim. Ama işte tüm bunları hatırladığım için şimdi çok daha fazla  üzülüyorum İlhan Abi. Çok daha fazla üzülüyorum...

Toprağın bol olsun.
Seni çok seviyorum.