27 Kasım 2010

Bizim zamanımızda...

A - "Küçükken yeni bir ayakkabı aldığımda sevincimden bütün gün yemek yemezdim."
B - "Ben olsam, üstüne yemek yer, sonrasında da bir kahve içer, keyfime keyif katardım."

Her ne kadar bu küçük dialogda B kişisi olsam da, daha sonra üzerinde düşünmeden edemedim. Emektar Harley Davidson botlarım, 3 yıldan sonra ayaklarıma işkence etmeye başlayınca yeni bir bota ihtiyaç duymaya başladım. Sadece haftasonu adam akıllı bir arada olduğumuz için, fırsat bu fırsat deyip, annemle birlikte dışarı çıktık. Yolda giderken geçti bu dialog.

Aile içinde "Bizim zamanımızda" diye başlayan cümleler o kadar sık duyulur ki, yıllarca bu konuda örselenmiş olan ablam ve bende, bu cümleler artık vicdan azabı değil, en gaddar cümleleri sarfetme güdüsü yaratıyor.

En yumuşağından en sertine;

- O sizin zamanınızdaymış,
- 40 sene öncesinden bahsediyosun,
- Uyanın artık 21. yy. dayız,
- Hiç fakir edebiyatı yapma, yıllarca Galeri Nur'dan giyinmişsin,
- Zamanında arazileri satıp bütün parayı harcayan kimdi,

(Arada geçen bir sürü cümleden sonra da)

- Evlenmeseydiniz o zaman.

Ama diğer yandan bu çabayı gayet iyi anlıyorum. En ufak şeylerin bile değerini bilmeyi öğretme çabası bu...

Eldeki fırsatların fazla olması, insanları mutsuz kılan unsurlardan biridir bence. Bu yüzden ağzında gümüş kaşıkla doğanlara %70 imrenirsem, %30 da acırım. Çünkü imkansızlıkların yaratıcılığı doğurduğu bir gerçek. Bir kere elde olmayan şey ne olursa olsun -ister havuzlu bir ev, ister eski model üstü açık bir cadillac, isterse küçücük bir anahtarlık, hiç farketmez- o nesneyi almayı hedeflemek, kullanacağın anı düşünmek, tadını çıkarmak insanın hayal gücünü geliştiriyor.

Bugün anladım ki, büyük bir servete sahip olup da, her dilediğime, istediğim anda, istediğim fiyata, hiçbir seçeneğin arasında kalmadan sahip olabilip, hayatımı tatminsizliklere doğru sürüklemektense, iyi bir yaşam standardına sahip olup, hayallerini yavaş yavaş ve anlamını koyarak gerçekleştiren biri olmayı tercih ederim. İlkokul arkadaşlarımın süslü kırtasiye ürünlerini kıskanmış, 8 yaşında çakma güneş gözlükleri kullanmaya başlamış, ünlü şarkıcıların kasetlerini mahallede ilk alan arkadaşlardan ödünç alıp kopyalayan biri olarak, bugün kendi paramı kazanmaktan ve teker teker küçük hedeflerimi gerçekleştirmekten accayip mutluluk duyuyorum.

Bundan sonra da, ilk araba, ilk ev, ilk kez gideceğim bir ülke, ilk yazlık gibi mutlulukları tadabilmek dileğiyle...

Bu arada lafı geçmişken...

Başlangıç...

Henüz bomboş olan bu bloga, "İnsanoğlu..." diye başlayan cümleler kurup entellektüel sohbetler yapmak istiyorum; ama bilgi birikimim kırmızı alarm verir diye korkuyorum. Ayrıca kendimi gereğinden fazla kasmak çok yorucu ve gereksiz olur. Neticede uluslararası bir zirvede diplomat değilim...henüz ;)

Ama hayata dair bakış açımın yavaş yavaş oturduğu yaşlardayım. Klasik Türk ebeveynleri tarafından, ergenlik tripleri olarak tanımlanan, hayatı sorgulama, anlam arama çabalarım, ne mutlu ki son 3-4 yılda verimli bazı cevaplar da verdi.

Bende 12-18 yaş arasında o kadar düşünmüşken, sonrasında bulduğum cevaplardan yola çıkmamazlık edemedim. Yaratıcısı olduğum cılız felsefi teoremi icraata dökmeye karar verdim. Son birkaç yıldır şahsi uygulayıcısı ve temsilcisiyim...

Beni yakından tanıyanların, son 3-4 yılda, herhangi bir değişim görmeyip, "Bildiğin Yiğit lan işte, bi değişiklik yok, önü arkası aynı!.." tarzında bir yorum yapma ihtimallerine karşı cevap veriyorum ki, değişiklik var, sizi temin ederim ki var... Siz göremiyorsunuz ;)

Aslında cılız felsefi teorem diyerek karikatürize ettiğim şey, olgun yaşların bünyeye kazandırdığı basit bir hayat görüşünden ibaret... "Mutluluğa kapılarını açmak."

Kişisel gelişim kitaplarında, her paragrafta karşımıza çıkan bir cümleyi, yeniden keşfetmiş biri olarak kendimi özel hissetmiyorum tabii, ama içselleştirmiş olmanın da azımsanmayacak bir başarı olduğunu biliyorum.

Dolayısıyla ana başlık bu, "Mutluluğa kapılarını açmak." Fakat, ikinci baharına yelken açmış, hayata karşı dimdik dururum imajında, özlü söz yazarlığında Andy Warhol'un yerli şubesi olmaya aday orta yaşlı bir kadın havası vermemek için bloguma bu ismi vermedim.

Escape from the Cage, kafesten kurtulmak anlamına gelmektedir ve bir nevi tanımlamak istediğim psikolojiyi ve nacizane hayat felsefemi ifade etmektedir.

Dolayısıyla gün paylaşım günüdür diyerek, kendi küçük dünyamda, kafesimden çıkmak olarak tanımlayabileceğim bütün faaliyetleri (yeri gelir kıtalararası yolculuk olur, yeri gelir odadan dışarı çıkmadan yaptığım birşeyler olur) paylaşmayı, benim üzerimde yarattığı etkiyi tartışmayı aynı zamanda, sağdan soldan, gördüğüm, duyduğum, seçtiğim, beğendiğim, keyfe keyif katabilecek her şeyi bu blogda paylaşmak istiyorum... Ki, ölümümden 80 yıl sonra -olur ya- bu blogun keşfedilip de, gelecek dönemlerdeki sanat akımlarının öncüsü kabul edilme ihtimalini de boş geçemiyorum...

Şimdilik bu kadar...