30 Kasım 2012

Gaz Mevsimi (ve Blog Ödülleri)

Şu an full gaz modundayım millet! Böyle çok helecanlı, dehşet atraksiyonlu, çok çılgınlı projeler dönüyor kafamda.

Neye dair?

Blog'uma dair.

Neden?

Çünküdür, ben dün blog dünyası için çok önemli bir partiye ve öncesinde de çok renkli bir atölyeye katıldım. Evet siz bunun ne olduğunu biliyorsunuz? Bumerang'ın bu yıl 2. si düzenlenen Blog Ödülleri Töreni. Belli başlıklar altında Türkiye'nin en iyi bloglarını seçen Bumerang, biz içerik karmaşası yaşayanlar için de güzel bir "İyi İçerik Atölyesi" düzenlemişti. Bende işyerimden izin alarak (binlerce teşekkür), bu güzel organizasyona katıldım.

Çok bomba şeyler öğrendim ama şimdi söylemek için vaktim yok ;) Fakat şunu bilmelisiniz ki, yakın zamanda "Escape from the Cage" daha çok okura ulaşacak inşallah. Amin!

Biliyorum siz müstesna takipçilerim, bu gibi, hayata dair pek ehemmiyetli bilgilerin barındığı, hem ilim irfan yuvası, hem de yeri geldiğinde ağlayacak bir omuz işlevi gören blogumu çok kişiyle paylaşmak istemiyorsunuz. (Yazar burda hem ironi yapıp hem de sitem etmektedir.) Ama fena mı olur, sizleri içine düştüğünüz derin kuyulardan çekip çıkaran bu blogdan başkaları da faydalansa, haa?

Neyse yakında her şey daha kıyak olacak. :))

Hatta dur bir takvim oluşturalım bu dönüşüm için. Hazır, önemli bir dönemeç olan yılbaşı gelirken, blogumun geçireceği dönüşümün de geri sayımı olsun bu.

31 Aralık günü lansmanımı yapmayı planlıyorum efem.

Hadi hadi hayırlara vesileee.... :D

1 Kasım 2012

İlhan Abi'ye...

Bu sabah Eylem'den duydum. Erkenden uyanıp, giyinip, her gün binlercesini yaptığımız türden sıradan bir işi yapmak için kendimi evden dışarı atacakken, tam ayakkabılarımı giyerken çaldı telefon. Onunla konuşmalarımız hep şen şakraktır bilirsin, o yüzden sesindeki titremeyi ancak "Bir şey olmuş" dediği an farkedebildim. "Ne olmuş" sorusu o kadar sabırsız çıktı ki ağzımdan, cevabına kendimi hazırlayamamıştım bile.

Ama zaten hazırlayamazdım ki. İnanılacak türden bir şey değildi çünkü bu. Ne zaman sana ulaşmak istesek yanı başımızda olacağına o kadar alıştırmıştın ki hepimizi, bu haber karşısında şaşkına dönmek kaçınılmazdı. Sonra kendimi salonda buldum. Bir baktım ki ayakkabımı çıkarmışım, ne ara çıkarmışım bilmiyorum. Telefon elimde kapanmış, nasıl kapattık bilmiyorum. İlk defa bu denli paylaşımda olduğumuz bir arkadaşımı kaybetmişim. Duygularımı yokladım. Hissizdim. Hiç bir şey hissetmiyordum. Ne kadar oturduğumu bilmeden bir süre boş boş oturdum.

Sonra Gözde'yi aradım, ulaşamadım. Çelik'i aramaya elim gitmedi, kardeşinin vefatını haber verme zorluğunu bir kez daha yaşatmak istemedim ona. Ramazan'ı aradım, yeni duymuştu.

Dışarı çıktım. Otobüse bindim. Hipnoz halim devam ederken gözümün önünde sürekli seninle ilgili kareler döndü durdu. Hafızamı yokladım -bu konuda senin kadar iyiyimdir bilirsin- ama hiçbir yerden seninle ilgili sevimsiz bir anı bulamadım. Hastalığından bahsederken bile alaycı tavrını bırakmadığın aklıma geldi: "Ölüp gidicem oğlum ben, sıkıldım sizden." derken bile aslında o kavramı uzaklaştırıyordun kendinden.

Vapur iskelesine geldiğimde Bekir'i aradım. Bilmiyordu. "İlhan'ı kaybettik" demek, o hissizlik duvarıma bir rüzgar gibi çarptı. Üşüdüm mü, ürperdim mi anlamadım ama bir titreme geldi vücuduma. İnsan böyle bir haberi duyduğu anda idrak edemiyor ki. Telefonu açmadan üç saniye önce hepimizin öncelik sıralamasında onca ıvır zıvır varken, üç saniye sonra bu haber tüm sıralamaları darmadağın ediyor. Ama üzerinden biraz zaman geçtikçe daha da ağırlaşıyordu haber. Az önce yaşadığım şok ifadesinin aynısını Bekir'de de hissettim. Şimdi de o anlam veremiyordu.

Çok mu hızlı geçiyordu İstanbul'da ulaşım, ne ara varmıştım gideceğim yere? Kafamın allak bullaklığı devam ederken telefonum çaldı. Gözde arıyordu. Nihayet hiçbir fayda getirmeyecek sorularıma cevap bulabilecektim. Şaşkınlığımı konuşacaktım, aklım almıyor diyecektim belki de. Ama böyle olmadı. Çünkü Gözde de bilmiyordu. Peki şimdi ne yapacaktım? Bekir'e söyleken sarsılan o hissizlik duvarı kaldırabilecek miydi ikinci darbeyi? Hazırlıklımıydım o duvarın arkasından döküleceklere? Gözde'ye söylemek daha kolay olmayacaktı. Hele ki sesi bu kadar güzellikle çınlarken. Ama söylüyordum işte. Kelimeler bir bir dökülmeye başlamıştı ki ağzımdan, henüz cümle olamadan o hissizlik duvarım daha fazla dayanamayıp kırıldı. Ardındaki ateş dalgası bendini yıkıp hücum etti bana. O kadar boğuldum ki bir anda, sokak ortasından ağlamaya başladım. Son bir saattir birikip duran hislerimin ağırlığı altında eziliyordum şimdi. Artık zaman daha ağır geçiyordu. Yapabilecek bir şeyin olmadığını kabullenmeye bile yeltenemedim. Öylece kaldım.

Sonra zaman yine hızlı sardı. Saçma sapan bir sürü şeyi yaşamak zorunda bırakıldığımız bir gün daha gece oldu. Yarınki cenazene gelmek için çabaladım. Eleştirmek için tiyatro oyunları oynadığımız o meşhur dünya işleri yüzünden gelemeyecek olmak daha da koyuyor bana. Ama sonra senin bu tarz törensel anları sevmediğini hatırlıyorum. Doğum gününü kutlarken bile, "Eeh, kesin artık yeter, sevmiyorum hiçbirinizi" dediğini hatırlıyorum. Şenlik açılışlarında da bolca karşılaştığımız o asilzade havalarla alay ettiğini hatırlıyorum. Fuayelerde artist artist konuşalım derken sıçıp batırdığımız anlardaki bakışını hatırlıyorum. Şimdi de bana "Gelmezsen gelme lan, çok da umrumdaydı" dediğini duyar gibiyim. Ama işte tüm bunları hatırladığım için şimdi çok daha fazla  üzülüyorum İlhan Abi. Çok daha fazla üzülüyorum...

Toprağın bol olsun.
Seni çok seviyorum.

Veba...


Tam 7 yıl önce Üniversiteye ve İOTT'ye (İktisat Oyuncuları Tiyatro Topluluğu) başladığım ilk yılda, Albert Camus'nun Veba romanı ve Sıkı Yönetim oyununu düzenleyip Veba Yönetimi ismiyle sahnelemiştik. Albert Camus ile tanışmam bu oyunun hazırlık süreçlerine dayanır. Hem oyun gereği, hem de yazarın sanat yaşamındaki ağırlığı nedeniyle ilk okuduğum eser Veba olmuştu. Sonraları bir-iki kitabı dışında hemen hepsini okuyup ve Albert Camus'yu favori yazarım ilan etsem de, Veba romanı benim için apayrı bir yerde kalmaya devam etti.

Olayların geçtiği yer olan Oran şehrinin betimlemeleri o kadar fotografik bir yer etmiş ki beynimde, sanki gidip görmüşüm gibi dönem dönem aklıma gelirdi. Ne zamandır da, o etkiyi tekrar yaşamak, kitabın bana yüklediği ağırlığı daha yakın hissedebilmek için bir kez daha okumayı istiyordum. Bu yüzden birkaç ay önce, bir kitap alışverişi sırasında raflardan bana göz kırpan Veba'yı görmezden gelmedim.

Kitabı ikinci kez dün bitirdim ve hayatımda bu denli önemli yer etmiş bir kitabı, yine hayatımda önemli bir yeri olan bloguma da taşımak istedim. Bu yazının, haftasonu eklerindeki şablon kitap tanıtımları gibi olmasını istemediğimden konuyu fazla laçkalaştırmadan söyleyeceğimi söyleyip gitmek istiyorum. Zaten bu yazının amacı da eser üzerine yorum yapmak değil. Şayet Albert Camus'yu yoruma tabi tutmak konusunda kendimi hala yolun başında görüyorum. O yüzden Black Swan yazımda da yapmış olduğum gibi, bir durum tasviriyle duygularımı ifade etmek isterim.

Hani bazı roller vardır. Hepimizin gün içinde edindiği takındığı roller: Anne, eş, sevgili, çoluk çocuk... Biraz daha mikro incelemeye gidersek: Kibirli, kıskanç, hoşgörülü, yardımsever vs... Ve bu rollerin sürekli ve sürekli olarak birbirleriyle çatışması, etkileişimi söz konusudur. Böylece toplumsal ilişkiler ağı oluşur, rutine bağlanır, hayat akar gider.

Ama öyle dönemler vardır ki, hiçbir zaman seni bulamayacağını düşündüğün şeyler yanı başında olmaya, bozulmayacağını düşündüğün kurallar dağılıp yok olmaya, hayatı medeni ve güzel kılan detaylar gözden kaybolmaya başlar. Tıpkı bir veba gibi insanları saran bu felaket anlarında, toplumdaki bütün sıfatlar ortadan kalkar, bütün bu etkileşim çarkı sekteye uğrar, akla getirilmeyen korkular ve bencillikler o kadar su yüzüne çıkar ki, ahlak, adalet, din gibi kavramlar sorgulanmaya başlar. Yalnızca iki yol kalır geriye: Yaşam ya da ölüm. Varolmak ya da olmamak. Veba'dan kurtulmak ya da Veba'ya esir olmak.

Peki ya bu sizin için yeterli değilse? Ölüme boyun eğmek, ya da yaşama bencilliği içine düşmek dışında yapılması gereken nedir? Varolmak nedir? Varolma amacımız nedir?

İşte Albert Camus okuyucusuna böyle bir kentin tasvirini yaparken, satır aralarında da bu soruların cevaplarını veriyor. Felsefesinin çerçevesinde ördüğü olaylar zincirinde, üçüncü bir yolun tanımını yapıyor. Ve bunu o kadar ustalıklı bir dille yapıyor ki, yarattığı duygu değişimleri size hem darbe yedirip hem de ayağa kaldırıyor. Uyandırdığı duygular o kadar coşkun ve o kadar gerçek ki, insan birileriyle bu duyguları paylaştığı an büyünün bozulcağından korkuyor. Kitap, içinizden bir şeyleri söküp çıkarırken, yerine büyük ağırlıklar bırakıyor. Bundan böyle bu ağırlıklarla yaşayacağınızı biliyorsunuz; fakat daha "farkında" hissediyorsunuz.

İşte Albert Camus'nun Veba eseri böyle bir eserdir.