31 Mart 2011

3K Dosyası...

Tam 9 Ay...
9 Ay bir insan ömründe nedir ki demeyin.
Bazı aceleci tipler olsa da, genelimiz 9 ayda meydana geldi.
Hayatımızın önemli bir evresi sayılan okul sürecinde, her yıl 9 ay azap çektik.
Insan hayatındaki dönüşümler bence hep 9’un katı olan yaşlarda meydana geliyor.
(Bu tezim yersiz de olabilir, daha sadece 2 periyodunu gördüm)
Mesela benim hiç bir ilişkim 9 ay sürmedi.
Amma velakin tamı tamına 9 aydır 3K’da çalışıyorum ve yakın zamanda işimden ayrılıcam.
Çünkü, bitirmem gereken bir okulum ve yurtdışıyla ilgili planlarım var.
Bu 9 ayda, ofiste adam gibi bir fotograf çekilmedigimiz,
her makinayı elime alıp, “Hadi gelin lan bi fotograf çekilek” dedigimde de Ati’den azar yedigim için bende masamın fotografını çekip, bu nadide sürecin bir emsali olarak bloguma koyayım dedim.




Şu bir gerçek ki 3K’yı çok özleyeceğim.
Her sabah bindigim kalabalık otobüsü, yolculuk boyunca gördügüm egzantrik tiplerle ilgili ayrıntıları facebook’a yazmayı, hanın girisindeki gevrekçi Mustafa Abi’yi es geçip Acarlardan aldıgım zeytinli açmayı, mustafa Abi’nin bana kıl kıl bakısını, (Beni hiç sevemedi, biliyorum), 7. ve 0. katlarda yakalayınca şükrettigim asansörü, o
fisi, sigara muhabbetlerimizin tek tanığı olan mutfağı, masamı, iMac’imi ve bir zamanlar benimle flört eden, daha sonraysa gönünü Ati’ye kaptıran 27” iMac’i de özleyeceğim.

Sonra Burçin’i, Atilla’yı, Hüseyin Abi’yi, Serhat Abi’yi çok çok çok özleyeceğim.

Aslında ben pek insan özlemem. Yani bu saydıklarım içinde bir Hüseyin Abi’yi iMac’imden çok özleyecegimi sanmıyorum. ;))))
(Yazıyı okuyunca hemen dönüp arka masaya bakıp uzun bir “Wayyyy....” çekecek eminim.)
Ama ben insan özlemem desemde, içinde insanlarıyla, eşyalarıyla, kokularıyla yaşanmış ve geçmişte kalmış atmosferleri çok özlerim. Illa ki daha sonra 3K’ya tekrar tekrar gelip gidecek olsam da, ben orda geçirdigim ve tekrar geri gelmeyecek zamanları özleyeceğim.

18 Mart 2011

Dogma 95 ve Karanlıkta Dans...

Mart ayında ne kadar çok özel gün varmış. Birçok arkadaşımın, konu komşunun, bi denecik ablamın ve benim doğum günümüz bu nadide, baharın habercisi olan ama kazma kürek yaktırmaktan da geri kalmayan ayda gerçekleşiyor. Bu kadar özel gün olunca da, insan sürekli bir hatırlama uğraşı içine giriyor.
13 Mart sabahı, bende durmuş, "Ulan bugün bişey vardı da neydi?" diye düşünürken, şahsi hayatım için küçük, ama sinema dünyası için büyük bir adım olan Dogma 95 Manifestosu aklıma geldi. Evet galiba oydu, bugün dogma 95'in 16. yıldönümüydü.
Dogma 95, Lars Von Trier ve Danimarka"nın "kafalı" yönetmenlerinden yakın arkadaşı Thomas Vinterberg tarafından, 1995 yılının 13 Mart gecesi yemek masasında, sinemadaki illüzyon ve aşırılıklara karşı 10 maddelik kuralın yer aldığı bir manifestodur. Manifestoya göre sinema, yapay tekniklerden, görsel efektlerden uzak tutulmalı; yönetmeni, sanatçı olmaktan çok bir ifade noktası haline getiren, yapay ışık/ses/set kullanımı gibi teknikleri karşısına almalı; katı ve kısıtlı bir pencereden gerçekleştirilen bir sanat dalı olmalıdır.
Fakat gelin görün ki, manifestonun isim babası olan Trier bile, bir süre sonra, kendi koyduğu ilkelere sırtını dönmüştür. Aslında iyi ki de dönmüş, çünkü ilk Dogma örneği olduğu söylenen Idiots filminden ziyade, Karanlıkta Dans filmiyle gönlümü kazanmış ve favori yönetmenim olmuştur.


Lars Von Trier'e kısaca değinmek gerekirse; İkinci Dünya Savaşı sonrasında İskandinavya"da, ateist bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Danimarka"nın çoğu zaman karanlık ve soğuk atmosferinde yetişmiş ve kendi deyimiyle "fobi ve obsesyonlarla dolu bir çocukluk" geçirmiştir. 12 yaşında okuldan kaçar ve bir bakımevinde "soyutlanmış" yıllar geçirir. Bu deneyimler onun dünyayı algılama şeklinde ve kendi sineması üzerinde büyük değişiklikler yapar. Danimarka Sinema Okulu"nda öğrenciyken eline aldığı 16 mm kamerayla çektiği üç film de ödüller toplar. “Avrupa” adlı filmle de adını dünyaya duyurmuştur.

Dogma 95, Trier’in sanat yaşamı için bir dönüm noktasıdır, daha sonra kimi çevreler Trier’i göklere çıkartırken, kimileriyse yerden yere vurdular. Hatta bazı eleştirmenler "Dogma olmasaydı Danimarka sinemasının bu kadar adı geçer miydi?" diyerek Dogma"nın bir pazarlama tekniği olabileceğini düşünmüşler.

Sinema seyircisi de Trier filmleri söz konusu olunca ikiye ayrılıyorlar: Kimi sallanan kameranın, yapay ışık kullanılmamasının gerçekçi ve huzursuz bir hisle sonuçlandığını savunup seviyor. Kimi de kamera hareketlerinin ve alışılmamış kurgunun filmin yaratabileceği etkiyi azalttığını düşünüp nefret ediyor.

Hatta bu durumun sonucu olarak da, Trier"in 2000 yapımlı kan donduran filmi "Karanlıkta Dans" Cannes Film Festivali"nde ödülünü alırken salonun yarısı tarafından alkışlarla, yarısı tarafından da yuhalamalarla karşılanmış. Trier ise bundan oldukça memnun kalmış. Kendisinin de istediği meğer tam olarak buymuş: "Herkesin benden nefret etmesini ya da tam tersi, sevmesini istemezdim. Bu en iyisi."


Ve bahsetmek istediğim film adı geçen “Karanlıkta Dans”dır. Filmi ilk 2004 yılında izledim. Hani bazı filmler vardır ya, ikinci bir kez izlemeye eliniz gitmez, aynı duyguları tekrar yaşamaktan çekinirsiniz, ama bir kenarda da en iyi filmler listenizin en tepelerinde yer almıştır, işte öyle bir film Karanlıkta Dans. 



Filmin konusu kısaca şöyle: Oğlu ile bir karavanda yaşayan Selma, kalıtsal bir hastalık yüzünden kör olmak üzeredir. Oğlu da aynı hastalığı taşımaktadır ve ameliyat edilmezse o da kör olacaktır. Selma kendini oğlunun ameliyatı için gereken parayı bulmaya adar. Fakat olaylar düşündüğü gibi gitmez. Komşusu Selma’nın ameliyat için biriktirdiği parayı çalmıştır. Selma parasını geri almak adına suç işlemek zorunda kalır...

Film, finalinde insana adalet kavramını, yaşamı, değer yüklediğimiz bir çok şeyin ne derece anlamlı olduğunu sorgulatıyor. Suratımıza gözyaşları eşliğinde, bir tokat gibi iniyor...
Değinmeden edemeyeceğim bir diğer noktaysa, oyunculuklar... Zira Catherine Deneuve, David Morse, Peter Stormare gibi usta oyuncuların beklenen başarılarının yanında, ilk oyunculuk deneyimini gerçekleştiren Björk beklenenin çok çok üstünde bir performans göstermiş ve Cannes'da en iyi kadın oyuncu olarak ödüllendirilmiştir.




Bir Lars Von Trier filmi izleyip salondan çıktıktan sonra zangır zangır titreyen, sorgulayan, şaşkınlıkla koltuğundan kalkamayan yahut son sahneyi gözyaşlarıyla karşılayan bir birey olmaya hazırlıklı olun. Size tavsiyem, sonraki 1-2 gün önemli bir işiniz varsa Trier filmi izlememenizdir. Zira, etkisi devam ettiği için adaptasyon sorunu yaşatabilir.
Lafı kendisinin söylediği bir sözle bitirmek istiyorum.
"İyi bir film ayakkabının içinde kalmış taşa benzer."
Esen kalın...



15 Mart 2011

BLOGUMA DOKUNMA



Fazla söze gerek yok, zira bugün tasarımım konuşsun istiyorum. Ama kararın alındığı dönemde, Wikipedia'da, sırf domuz olduğu gerekçesiyle Türkiye'de  Piglet'e sansur uygulandığı haberini okuyan yabancılar, Blogger'a uygulanan sansür'e bizim kadar şaşırmamışlardır diye düşünüyorum. 

Sonra kalkıp, bu stereotype'lar nasıl oluşuyor diye düşünüyoruz. "Hay Allahım, bizim develere binidiğimizi sanıyorlar" diyoruz, "Türk kadınını türbanlı sanıyolar" diyoruz, "Bir kızla erkeğin sevgili olamayacağını, öpüşmediğimizi, koklaşmadığımızı, sevişmediğimizi sanıyolar" diyoruz. Hatta "Nerden kapılıyolar bu kanıya, şu yabancılar da çok cahil ya" diye üste de çıkıyoruz. 

İşte bu gibi haberlerden kapılıyolar sevgili Diyarbakır 5. Asliye Ceza Mahkemesi...

Neyse ki, CNN'in haberine göre yasak kalkıyormuş. Bir daha bu tarz saçmalıklar gerçekleştirilmeden önce, umarım bir durup düşünülür de, Kuvvetler Ayrılığının belirleyici kuvveti olan Yargı, kendi konumunu ülke insanlarına bu denli madara etmez diyorum ve sizi haberle başbaşa bırakıyorum... Tıkırdat

5 Mart 2011

İyi ki Doğdun...

0-1: Tek tük adımlarla da olsa yürümeye başladım.

1: Tek tük kelimelerle de olsa, konuşmaya başladım. 

2: Ailemin plajda beni kaybetmesiyle, ilk tüpsüz dalış denememi gerçekleştirdim. Bulunana kadar bir hayli panik yaşattım. En son, deniz suyunun 30 cm aşağısında yüzükoyun yatarken bulundum.

3: Merdivenden düşüp omzumu kırdım.

4: Kuzeninin doğmasıyla pabucu dama atılmış bir çocuk olarak hayatıma devam ettim.

5: İlk dayağımı arkadaşım Faruk'tan yedim.

6: Dayım ve ablamla birlikte ilk kez sinemaya gittim. Karanlıkta, merdivenlerden düştüm. Hayatım boyunca görüp görebileceğim en güzel yerin Sinema Salonu olacağına kanaat getirdim.

7: Okula başladım. Sınıf başkanı oldum. Karnemde bütün derslerimi beş getirdim. Karne günü eve dönerken, Faruk'u araba çarptığını öğrendim. Akşama ölüm haberini aldım. Ölüm kavramıyla ilk o zaman tanıştım.

8: Taşındık. İlk defa kendimize ait bir çocuk odasına sahip olmakla, yaşantımızın amerikan aileleri gibi olacağını sandım.

9: Zannedersem ilk ayaküstü depresyonumu geçirdim.

10: Hayatımda olabileceğim maksimum seviyede inek oldum.

11: Zannedersem benim ergenliğim o yıl başladı.

12: Okul değiştirdim. Sabahın 6'sında kalkıp Balatçık-Karşıyaka hattını arşınlayan en genç isim oldum. Uykusuzluktan olsa gerek, herhalde ikinci ayaküstü depresyonumu bu dönemde geçirdim.

13: İlkokul boyunca tavan yapan derslerimi ve popüleritemi, yeni okulumda bir hayli düşürdüm. Bunun üzerine, etrafıma büyüklük taslamaya, kendime yeni uğraşlar bulmaya başladım. Tam bir sinema düşkünü oldum. 

14: Tiyatro eğitimine başladım. İlk kez sahneye çıktım.

15: Liseye başladım. Lise'nin de bir boka benzemeyeceğini daha ilk baştan anladım.

16: Lise üzerine yaptığım öngörümlemenin ne kadar yerinde olduğunu görüp kendimle gurur duydum. "Üniversiteye kısmet" diyerek, ÖSS'ye hazırlanmaya başladım.

17: Koca bir yıl boyunca kendime yatırım yaptım. Hayvanlar gibi çalıştım. Kendimi disipline ederken, kendimi keşfettim... Üniversiteye girdim.

18: "Tamam ulan artık büyüdüm" dedim.

19: "Bi büyü lan gerizekalı" dedim.

20: Sakin ve derinden yaşamaya başladım. Ayaklarımı yere daha sağlam basmaya çalıştım. Hayatımın en karmaşa dolu sürecini geçirip, ilk defa kendimi hiç olmadığım kadar yalnız hissettim.

21: Temiz bir sayfa açtım, ilk satırlarına hayallerimi yazdım, altına durum değerlendirmesi yaptım, hedefleri teker teker oturtmaya, hayatımı tıkır tıkır yaşamaya baktım...

22: Birey olmanın, kendi yağında kavrulmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu anladım. Kendine güvenmenin hayattaki en önemli unsur olduğuna, kimseye gereğinden fazla güvenmemenin ise, olgunlaşmak olduğuna inandım. Doğruyu yanlışı görebildiğim, güçlü hissettiğim, hedeflerime giden yolun başında olduğum şu yaşları layığıyla yaşamaya başladım.

23: ?

Şimdi ne olacağını pek de bilmiyorum. Açıkçası düşünmek de istemiyorum. Hesapsızca, plansızca devam etmek istiyorum. Bu yaşa kadar gördüklerim benim yol haritam. Çocukluk hayallerim yanımda, gençlik hedeflerim sırtımda... Ne kadar yoldan çıkarsam çıkayım, bunların beni tekrar yola sokacağını, birer bariyer gibi, temiz yolumu mayın tarlalarından ayıracaklarını düşünüyorum.

23 yaşına girdim. Bana yaşım sorulduğunda, nedense içimden 19-20 demek geliyor. Kendimi 23 yaşında hissetmiyorum. Hayatımın hangi evresinde bu üç yılı kaybettiğim de bilmiyorum.

Sık sık, geriye dönüyorum. Ama artık, saçma sapan hikayeleri teşelemek için değil, 5-6 yaşlarındaki Yiğit'le konuşmak için. Onun lafını dinlersem mutlu olacağımı biliyorum. Onun yardımını alarak karar veriyorum. Saf tavırlarıyla kurduğu hayallerden besleniyorum. Onunla, başka biriymiş gibi konuşuyorum. Onu zamanında mutlu etmiş ve gelecekteki Yiğit'i de mutlu edeceğine inandığı hikayeleri dinliyorum. Bir tarafımın her geçen gün inadına yozlaşmasına bakılırsa, ben bugün hala onun hayalleri sayesinde hayattan zevk alıyorum.



İyi ki doğdun Yiğit. İyi ki varsın. İyi ki hala benimle birliktesin. Seni seviyorum...




1 Mart 2011

Bir Grup Blogger'dan Başbakana Açık Mektup/Manifesto

Sayın Başbakan,
Basında yer alan içki yasakları haberleri nedeniyle hazırlamaya başladığımız bu manifestonun konusunu, 2011 Türkiye’sinde yaşanan “sosyal hayata yapılan müdahaleler” oluşturmaktadır.

Bizler kim miyiz?

Biz yan dairedeki komşunuzuz, biz bakkaldaki çırağız, biz üniversite öğrencisiyiz, biz vergisini kuruşu kuruşuna veren çalışanlarız, biz devletin memuruyuz, biz doktoruz, biz öğretmeniz, biz kesinlikle nedeni içkiden olmayan işsiziz, biz restoran sahibiyiz, biz çiftçiyiz, biz fabrikatörüz, biz akademisyeniz, biz reklamcıyız, biz asker çocuğuyuz, kısacası biz bu ülkenin dünü, bugünü ve geleceğiyiz. Ve biz içki içmeyi seviyoruz. Ama biz bugüne kadar bunu söylemeyi gerekli görmemiştik. Ama şimdi son derece gerekli görüyoruz ve sıralıyoruz:

1.Bizler, her türlü özgürlüğü kısıtlayıcı müdahaleye karşıyız.

2.Bizler, ikiyüzlü demokrasiye karşıyız.

3.Biz “aslı olmayan korkular cumhuriyeti” yaratmaya çalışanlara karşıyız.

4.Biz, topluma karşı sorumlu birey yetiştirmenin yasaklardan geçmediğine inanıyoruz.

5.Biz, bu tip konularda başkasından koruma istemiyoruz; hepimizin kendini koruyabilecek bilinçli bireyler olduğunu biliyoruz.

6.Bir toplumu güzel kılan şeyin farklılıklar olduğuna inanıyoruz.

7.Bizler, demokrasiye inanıyoruz.

8.Bizler, yasakların ileride daha vahim sonuçlar doğuracağına inanıyoruz.

9.Biz, “içki seviyoruz” deme zorunluluğu hissetmeden içki içmek istiyoruz.

10.Biz, bu yüzden alkolik, serseri, işe yaramaz olarak yaftalanmak istemiyoruz.

11.Bizler her medeni toplumdaki medeni insanlar gibi içkinin keyifli anlarımıza eşlik etmesinden hoşlanıyoruz.

12.İçkinin bir amaç değil araç olduğunu düşünüyoruz.

13.Bizler çocukların ve 18 yaşından küçük gençlerin içki ve sigara içmelerine kesinlikle karşıyız.

14.Biz 18 yaşında gençlerin silah kullanmasına da karşıyız.

15.Biz bugüne kadar 18-24 yaş arası TC gençleri nasıl yaşadıysa öyle yaşamak; hatta daha da özgür bir ortamda yaşamak istiyoruz. Fakat özgürlüklerin sınırlarına da inanıyoruz.

16.Biz gençken eğlenmek, yaratmak, etkilenmek istiyoruz. Bunun da gelecekte daha sağlıklı, sosyal hayatında ayakları yere daha sağlam basan bireyler yetiştireceğine inanıyoruz.

17.Biz, gece hayatını seviyoruz.

18.Biz, gece hayatını sadece alkol ve cinsel içerikli olarak gören zihniyete karşıyız.

19.Biz bir konsere gitmenin, müzik dinlemenin, insan için geliştirici etkinlikler olduğunu düşünüyoruz.

20.Biz, bir konser dinlerken, notalara bir kadeh de içki eşlik etsin istiyoruz.

21.Biz, dünya starlarını görmek istiyor, bu konuda Dünya’dan geri kalmak istemiyoruz.

22.Biz, tüm çağdaş memleketlerin gençleri gibi kendimizi en özgür hissettiğimiz müzik festivallerine katılmak istiyoruz.

23.Biz, sanatçıların eserlerinin tanıtılması için çaba harcayan sanat galerilerin gala davetlerinde, bir kadeh içki alıp eserleri seyre dalmak istiyoruz.

24.Bizler, 40 yıllık bakkalımızdan 40 yıldır olduğu gibi içkimizi almak istiyoruz.

25.Bizler, düğünlerimizde sevincimizi paylaşan misafirlerimizle şerefe kadeh kaldırmak istiyoruz.

26.Biz, binlerce medeniyete ev sahipliği yapmış bu topraklara gelen turistlere, yine binlerce yıllık kültürümüzde var olan rakı-balık-meze, şarap-yemek uyumlarını en iyi anlatabileceğimiz görselleri sunmak, binlerce yıllık kültürümüzü anlatabilmek istiyoruz.

27.Biz, sevdiğimizle bir deniz ya da orman manzarasına bakarak ya da mehtabı batırarak kadeh tokuşturmak istiyoruz.

28.Biz, dini inançlarımızın ve sorumluluklarımızın sadece bizim meselemiz olduğunu düşünüyoruz.

29.Biz, tabii ki başkasının özgürlüğüne zarar vermeden özgür olmak istiyoruz.

30.Biz, bu hayatı kutlamak istiyoruz.

"Bu mektup/manifesto benim, bizim, onların değil destekleyen herkesindir! Eğer sen de desteklemek istiyorsan; bu yazıyı kendi facebook hesabında, blogunda, ya da nerede istersen orada yayınla.

Biz sesimizin hep birlikte daha güçlü çıkacağına inanıyor ve başbakanın söylediği gibi sadece %58'in değil geriye kalan %42'nin de Başbakanı olduğunu göstererek bu yazıyı dikkate alacağını umuyoruz! Hem belki %58’in içinde de bu manifestoyu destekleyenler vardır? Kim bilir…

Saygılarımızla,
Bir Grup Blogger!