30 Kasım 2012

Gaz Mevsimi (ve Blog Ödülleri)

Şu an full gaz modundayım millet! Böyle çok helecanlı, dehşet atraksiyonlu, çok çılgınlı projeler dönüyor kafamda.

Neye dair?

Blog'uma dair.

Neden?

Çünküdür, ben dün blog dünyası için çok önemli bir partiye ve öncesinde de çok renkli bir atölyeye katıldım. Evet siz bunun ne olduğunu biliyorsunuz? Bumerang'ın bu yıl 2. si düzenlenen Blog Ödülleri Töreni. Belli başlıklar altında Türkiye'nin en iyi bloglarını seçen Bumerang, biz içerik karmaşası yaşayanlar için de güzel bir "İyi İçerik Atölyesi" düzenlemişti. Bende işyerimden izin alarak (binlerce teşekkür), bu güzel organizasyona katıldım.

Çok bomba şeyler öğrendim ama şimdi söylemek için vaktim yok ;) Fakat şunu bilmelisiniz ki, yakın zamanda "Escape from the Cage" daha çok okura ulaşacak inşallah. Amin!

Biliyorum siz müstesna takipçilerim, bu gibi, hayata dair pek ehemmiyetli bilgilerin barındığı, hem ilim irfan yuvası, hem de yeri geldiğinde ağlayacak bir omuz işlevi gören blogumu çok kişiyle paylaşmak istemiyorsunuz. (Yazar burda hem ironi yapıp hem de sitem etmektedir.) Ama fena mı olur, sizleri içine düştüğünüz derin kuyulardan çekip çıkaran bu blogdan başkaları da faydalansa, haa?

Neyse yakında her şey daha kıyak olacak. :))

Hatta dur bir takvim oluşturalım bu dönüşüm için. Hazır, önemli bir dönemeç olan yılbaşı gelirken, blogumun geçireceği dönüşümün de geri sayımı olsun bu.

31 Aralık günü lansmanımı yapmayı planlıyorum efem.

Hadi hadi hayırlara vesileee.... :D

1 Kasım 2012

İlhan Abi'ye...

Bu sabah Eylem'den duydum. Erkenden uyanıp, giyinip, her gün binlercesini yaptığımız türden sıradan bir işi yapmak için kendimi evden dışarı atacakken, tam ayakkabılarımı giyerken çaldı telefon. Onunla konuşmalarımız hep şen şakraktır bilirsin, o yüzden sesindeki titremeyi ancak "Bir şey olmuş" dediği an farkedebildim. "Ne olmuş" sorusu o kadar sabırsız çıktı ki ağzımdan, cevabına kendimi hazırlayamamıştım bile.

Ama zaten hazırlayamazdım ki. İnanılacak türden bir şey değildi çünkü bu. Ne zaman sana ulaşmak istesek yanı başımızda olacağına o kadar alıştırmıştın ki hepimizi, bu haber karşısında şaşkına dönmek kaçınılmazdı. Sonra kendimi salonda buldum. Bir baktım ki ayakkabımı çıkarmışım, ne ara çıkarmışım bilmiyorum. Telefon elimde kapanmış, nasıl kapattık bilmiyorum. İlk defa bu denli paylaşımda olduğumuz bir arkadaşımı kaybetmişim. Duygularımı yokladım. Hissizdim. Hiç bir şey hissetmiyordum. Ne kadar oturduğumu bilmeden bir süre boş boş oturdum.

Sonra Gözde'yi aradım, ulaşamadım. Çelik'i aramaya elim gitmedi, kardeşinin vefatını haber verme zorluğunu bir kez daha yaşatmak istemedim ona. Ramazan'ı aradım, yeni duymuştu.

Dışarı çıktım. Otobüse bindim. Hipnoz halim devam ederken gözümün önünde sürekli seninle ilgili kareler döndü durdu. Hafızamı yokladım -bu konuda senin kadar iyiyimdir bilirsin- ama hiçbir yerden seninle ilgili sevimsiz bir anı bulamadım. Hastalığından bahsederken bile alaycı tavrını bırakmadığın aklıma geldi: "Ölüp gidicem oğlum ben, sıkıldım sizden." derken bile aslında o kavramı uzaklaştırıyordun kendinden.

Vapur iskelesine geldiğimde Bekir'i aradım. Bilmiyordu. "İlhan'ı kaybettik" demek, o hissizlik duvarıma bir rüzgar gibi çarptı. Üşüdüm mü, ürperdim mi anlamadım ama bir titreme geldi vücuduma. İnsan böyle bir haberi duyduğu anda idrak edemiyor ki. Telefonu açmadan üç saniye önce hepimizin öncelik sıralamasında onca ıvır zıvır varken, üç saniye sonra bu haber tüm sıralamaları darmadağın ediyor. Ama üzerinden biraz zaman geçtikçe daha da ağırlaşıyordu haber. Az önce yaşadığım şok ifadesinin aynısını Bekir'de de hissettim. Şimdi de o anlam veremiyordu.

Çok mu hızlı geçiyordu İstanbul'da ulaşım, ne ara varmıştım gideceğim yere? Kafamın allak bullaklığı devam ederken telefonum çaldı. Gözde arıyordu. Nihayet hiçbir fayda getirmeyecek sorularıma cevap bulabilecektim. Şaşkınlığımı konuşacaktım, aklım almıyor diyecektim belki de. Ama böyle olmadı. Çünkü Gözde de bilmiyordu. Peki şimdi ne yapacaktım? Bekir'e söyleken sarsılan o hissizlik duvarı kaldırabilecek miydi ikinci darbeyi? Hazırlıklımıydım o duvarın arkasından döküleceklere? Gözde'ye söylemek daha kolay olmayacaktı. Hele ki sesi bu kadar güzellikle çınlarken. Ama söylüyordum işte. Kelimeler bir bir dökülmeye başlamıştı ki ağzımdan, henüz cümle olamadan o hissizlik duvarım daha fazla dayanamayıp kırıldı. Ardındaki ateş dalgası bendini yıkıp hücum etti bana. O kadar boğuldum ki bir anda, sokak ortasından ağlamaya başladım. Son bir saattir birikip duran hislerimin ağırlığı altında eziliyordum şimdi. Artık zaman daha ağır geçiyordu. Yapabilecek bir şeyin olmadığını kabullenmeye bile yeltenemedim. Öylece kaldım.

Sonra zaman yine hızlı sardı. Saçma sapan bir sürü şeyi yaşamak zorunda bırakıldığımız bir gün daha gece oldu. Yarınki cenazene gelmek için çabaladım. Eleştirmek için tiyatro oyunları oynadığımız o meşhur dünya işleri yüzünden gelemeyecek olmak daha da koyuyor bana. Ama sonra senin bu tarz törensel anları sevmediğini hatırlıyorum. Doğum gününü kutlarken bile, "Eeh, kesin artık yeter, sevmiyorum hiçbirinizi" dediğini hatırlıyorum. Şenlik açılışlarında da bolca karşılaştığımız o asilzade havalarla alay ettiğini hatırlıyorum. Fuayelerde artist artist konuşalım derken sıçıp batırdığımız anlardaki bakışını hatırlıyorum. Şimdi de bana "Gelmezsen gelme lan, çok da umrumdaydı" dediğini duyar gibiyim. Ama işte tüm bunları hatırladığım için şimdi çok daha fazla  üzülüyorum İlhan Abi. Çok daha fazla üzülüyorum...

Toprağın bol olsun.
Seni çok seviyorum.

Veba...


Tam 7 yıl önce Üniversiteye ve İOTT'ye (İktisat Oyuncuları Tiyatro Topluluğu) başladığım ilk yılda, Albert Camus'nun Veba romanı ve Sıkı Yönetim oyununu düzenleyip Veba Yönetimi ismiyle sahnelemiştik. Albert Camus ile tanışmam bu oyunun hazırlık süreçlerine dayanır. Hem oyun gereği, hem de yazarın sanat yaşamındaki ağırlığı nedeniyle ilk okuduğum eser Veba olmuştu. Sonraları bir-iki kitabı dışında hemen hepsini okuyup ve Albert Camus'yu favori yazarım ilan etsem de, Veba romanı benim için apayrı bir yerde kalmaya devam etti.

Olayların geçtiği yer olan Oran şehrinin betimlemeleri o kadar fotografik bir yer etmiş ki beynimde, sanki gidip görmüşüm gibi dönem dönem aklıma gelirdi. Ne zamandır da, o etkiyi tekrar yaşamak, kitabın bana yüklediği ağırlığı daha yakın hissedebilmek için bir kez daha okumayı istiyordum. Bu yüzden birkaç ay önce, bir kitap alışverişi sırasında raflardan bana göz kırpan Veba'yı görmezden gelmedim.

Kitabı ikinci kez dün bitirdim ve hayatımda bu denli önemli yer etmiş bir kitabı, yine hayatımda önemli bir yeri olan bloguma da taşımak istedim. Bu yazının, haftasonu eklerindeki şablon kitap tanıtımları gibi olmasını istemediğimden konuyu fazla laçkalaştırmadan söyleyeceğimi söyleyip gitmek istiyorum. Zaten bu yazının amacı da eser üzerine yorum yapmak değil. Şayet Albert Camus'yu yoruma tabi tutmak konusunda kendimi hala yolun başında görüyorum. O yüzden Black Swan yazımda da yapmış olduğum gibi, bir durum tasviriyle duygularımı ifade etmek isterim.

Hani bazı roller vardır. Hepimizin gün içinde edindiği takındığı roller: Anne, eş, sevgili, çoluk çocuk... Biraz daha mikro incelemeye gidersek: Kibirli, kıskanç, hoşgörülü, yardımsever vs... Ve bu rollerin sürekli ve sürekli olarak birbirleriyle çatışması, etkileişimi söz konusudur. Böylece toplumsal ilişkiler ağı oluşur, rutine bağlanır, hayat akar gider.

Ama öyle dönemler vardır ki, hiçbir zaman seni bulamayacağını düşündüğün şeyler yanı başında olmaya, bozulmayacağını düşündüğün kurallar dağılıp yok olmaya, hayatı medeni ve güzel kılan detaylar gözden kaybolmaya başlar. Tıpkı bir veba gibi insanları saran bu felaket anlarında, toplumdaki bütün sıfatlar ortadan kalkar, bütün bu etkileşim çarkı sekteye uğrar, akla getirilmeyen korkular ve bencillikler o kadar su yüzüne çıkar ki, ahlak, adalet, din gibi kavramlar sorgulanmaya başlar. Yalnızca iki yol kalır geriye: Yaşam ya da ölüm. Varolmak ya da olmamak. Veba'dan kurtulmak ya da Veba'ya esir olmak.

Peki ya bu sizin için yeterli değilse? Ölüme boyun eğmek, ya da yaşama bencilliği içine düşmek dışında yapılması gereken nedir? Varolmak nedir? Varolma amacımız nedir?

İşte Albert Camus okuyucusuna böyle bir kentin tasvirini yaparken, satır aralarında da bu soruların cevaplarını veriyor. Felsefesinin çerçevesinde ördüğü olaylar zincirinde, üçüncü bir yolun tanımını yapıyor. Ve bunu o kadar ustalıklı bir dille yapıyor ki, yarattığı duygu değişimleri size hem darbe yedirip hem de ayağa kaldırıyor. Uyandırdığı duygular o kadar coşkun ve o kadar gerçek ki, insan birileriyle bu duyguları paylaştığı an büyünün bozulcağından korkuyor. Kitap, içinizden bir şeyleri söküp çıkarırken, yerine büyük ağırlıklar bırakıyor. Bundan böyle bu ağırlıklarla yaşayacağınızı biliyorsunuz; fakat daha "farkında" hissediyorsunuz.

İşte Albert Camus'nun Veba eseri böyle bir eserdir.

24 Ekim 2012

IAMX geliyor...



Birkaç yıl önce Imogen Heap ile birlikte seslendirdikleri My Secret Friend'le sesini duyduğum, sonra da İzmir'deki iş arkadaşım Atilla sayesinde albümüne eriştiğim IAMX'i son 2 yıldır oldukça fazla dinlerim. Sneaker Pimps grubundan Chris Corner'ın 2004 yılında oluşturduğu bir solo proje IAMX'in şarkı sözlerinde genel olarak cinsellik, ölüm, heyecan, sarhoşluk, çöküş, din, ruh hastalığı ve politikaya göndermeler vardır. Bu başkaldırı ve anarşi dolu yaklaşım sadece sözlerle değil, bir şarkıyı şarkı yapan her unsurda hissedilecek derecede yoğundur.

IAMX için, görsellik de müzik kadar önemli bir unsur. O kadar ki dinleyicileri karşısına vücudunu boyayarak çıkan Corner, sahne tasarımlarını ve uygulamasını da arkadaşlarıyla birlikte kendisi yapıyormuş. IAMX'in bu görsel gücü, gerek Corner'ın kendi yönettiği, gerekse başka yönetmenlerle çalıştığı video kliplerinde de görülebilir.

Bugüne kadar 4 stüdyo albümü çıkaran IAMX, 5. albümünün hazırlıklarına başlayacağının duyurusunu Şubat 2012'de yaptı. En son yapılan açıklamaya göre, bu albümün adı "The Unified Field" olacak. Albümün prodüksiyon ortaklığını, Adele and Arctic Monkeys'in albümlerinin de prodüktörü olan Jim Abbiss yapacak. Benim beklentim yüksek..

IAMX yüksek enerjisi, sıradışı sahne tasarımları ve tiyatral canlı performansları ile Avrupa'da (bilhassa Berlin'de) bu kadar dikkat çekerken, Türkiye'ye, ayaklarımızın dibine kadar gelmesi, beni tabii ki çok sevindirdi. Bir aksilik olmaz da o gece orda olursam, show sonrasındaki yorumlarımı da bloga yazarım. Şimdi gelin Imogen Heap - IAMX düetini dinleyelim.



IAMX
24 Kasım 2012 Saat: 23.30
Babylon İstanbul

23 Ekim 2012

Bunu Yapabiliriz Beyler!


Bugün benim ev erkekliği konusunda rüştümü ispatladığım gündür. Bugün benim 6,5 saat durmaksızın temizlik yaptığım, süpürgesinden paspasına, viledasından toz almasına kadar her bişeyi tek başına tamamladığım, yetmezmiş gibi üstüne iki posta çamaşır yıkayıp, (üstelik onları koyu ve açık renkler olarak ayırıp) ipe astığım, bulaşık makinasına rekor bulaşık sığdırdığım, en son da banyoya girip vücudumu da evin temizliğine uygun hale getirdiğim gündür.

Eğer vaktim olsaydı, Cafe Fernando'dan tarifini aldığım şu keki de yapmayı planlıyordum ama, vileda beklediğimden daha uzun sürdü.

Diyeceğim o ki beyler, yapamıyorum diyerek yan çizmeye gerek yok. Bu gibi bahanelerimiz yüzünden bekar olanlarımız miskin ilan edilirken, evli olanlarınız eşlerinden "başım ağrıyor" ambargosu yiyor. Zaman erkeğin gücünü gösterme zamanıdır. Haydi centılmıns, We can do it!

Bayan okuyuculara not: 24 Yaşındayım. Bekarım.

22 Ekim 2012

Scorpions


“Send Me An Angel”, ”Still Loving You”, ”Hurricane”, ”Always Somewhere”, ”Humanity” gibi birçok ölümsüz şarkı ile tüm dünyada 100 milyondan fazla albüm satan ve birçok ödüle layık görülen efsane Rock grubu Scorpions, geçtiğimiz cuma İstanbullu müzikseverler ile buluştu. 19 Ekim’de Maçka Küçükçiftlik Park’ta sahne alan grubun hayranları, konserden saatler önce alana gelerek uzun kuyruklar olusturmuştu. Bense sevgili arkadaşım Aynur sayesinde, bu uzun kuyruklara dahil olmadan, ardına kadar açılan kapılardan içeri girip zevk ve sefa içinde konser moduna geçtim.

2010 yılında başlayan ve hala devam eden ‘Farewell’ dünya turnesinden sonra, bizler grubun dağılmasını beklerken, onlar ‘Sting in the Tail’ albümlerini çıkarıp, elde ettikleri başarının ardından kariyerlerine devam etme kararı aldı. Yıllardır kendilerini gönülden destekleyen hayranlarına ve The Beatles, The Rolling Stones gibi gruba müzik kariyerlerinde ilham veren efsanevi isimlere bir teşekkür niteliğinde olan ‘Comeblack’ albümünde,  ‘Rock You Like A Hurricane’, ‘Wind Of Change’ ve ‘Still Loving You’ gibi ölümsüz şarkılar, Klaus Meine, Rudolf Schenker ve Jabs & co.’nun yaratıcılığı eşliğinde günümüz teknolojisinin olanaklarıyla yeniden kaydedildi.

Konserde de, yine efsaneleşmiş şarkılarından oluşan bir setlist'le sahne alan Scorpions üyelerinin sahnedeki enerjileri çok etkileyiciydi. O kadar ki, sahnede 50’li yaşların üzerindeki grup üyeleri değil, 25’li yaşlarında delikanlılar vardı sanki… Her jenarasyondan dinleyici kitlesinin katıldığı konserde yaklaşık 12 bin kişi, Scorpions’ın sahneye çıkması ile tek bir yürek oldu. Konser öncesinde, geçtiğimiz sene ilk albümü ile Türk rock dünyasına giriş yapan Ayşe Saran sahne aldı. Son olarak 2010’da Türkiye’deki 10 bini aşkın hayranıyla buluşan Scorpions’ın, İstanbul konseri uzun sure hafızalardan silinmeyecek.


18 Ekim 2012

İçimde değişen bir şeyler var...

Hello dear fantastic followers,

Olmuyo... Bu bünye bir ayda birkaç yazıdan fazlasına erişemiyor. O yüzden bundan sonra "düzenli yazıcam" laflarıma inanmayın.

Ama blog dünyasından uzak değilim. Hatta bu aralar bayağa sağlam bloglar keşfettim. Çoğu da erkeklere özel moda blogları. Spesifik bir tarzım olmadığı eleştirisini aldıktan sonra hayatımda ilk defa moda bloglarına sardım ;) Takip ettiğim birkaç markanın ve birkaç blogger arkadaşın dışında moda konusunda çok uzman değildim ama içine girdikçe detaylar öyle bir büyüyor ki, ilgi ve merak beraberinde geliyor. Sağlam kombinasyonların ekran fotoğraflarını çekip kendime ufak çaplı bir sonbahar kreasyonu oluşturdum sayılır. 

Onun dışında, en son çalıştığım firmayla yollarımızı ayırmamızdan bu yana, bir hayli boş zamana sahibim. Ama bu boş zamanları, önceki yıllardaki gibi, enbesile bağlayıp sadece bilgisayar başında geçirmiyorum. Yoga yapıyorum (Bu cümleyi yazarken bir haftadır yapmadığım aklıma geliyor ve vicdan azabı duyuyorum), ingilizce okumalar yapıyorum, güzel yemekler yapıyorum, güzel diziler izliyorum, geziyorum ;) İstanbul'a çok yakıştığına inandığım şu havalarda gezmeyi çok seviyorum. 

Geçtiğimiz 3 haftada da güzel bir şey daha yaptım: Haftaiçi her gün Türkmax'ta yayınlanan Her Şey Tadında programına konuk katılımcı olarak katıldım. ;) Accayip keyif aldım. Set ortamına tanık olmak ayrı, masadaki muhabbet ayrı keyifliydi. Canlı yayında olmamıza rağmen bir yerden sonra o kadar rahatladım ki, "Geçen gün bu konuyu ben hangi arkadaşımla konuşmuştum yaa?" dediğim her şeyi, sonradan hatırlıyorum ki magazin masasında canlı yayında konuşmuşuz :P Sanırım bu katılımcılık, kariyer hayatımın başlarında olduğum şu dönemlerde ne istediğimi anlamama yardımcı oldu. Something happens inside of me...

Değişim dönemi geldiyse eğer, bloğumuzda da bu değişimi yaşatmak lazımdı değil mi? Gördüğünüz gibi bloguma yeni kıyafet giydirdim. Aslında 1 ay kadar sonra Escape from the Cage'in ikinci yaş gününde yeni tasarım yapmayı planlamıştım ama önceki tasarım son günlerde beni çok itti. Ortaya böyle bir şey çıktı...

Şimdilik bu kadar. 

Öperim ;)

15 Eylül 2012

Şehirde Yalnız Bir Erkek ve Portakallı Kek

Başlığa vurulup da geldin değil mi? Hadi hadi itiraf et. Ben bile kendime hayran kaldım bu başlıkla. :P

Ama başlığa aldanıp da, aklına öyle Issız Adam gibi boyu posu, cinsel yaşamı yerinde, bir de üstüne yemek yapabilen bir uzaylı getirme. Aksine bu halim o kadar bedbaht ki, Emine Beder'le zor yarışırım.

Dedim ki, "Yiğit bu hafta her gün dışardaydın. Haftanın ilk günü sabahlara kadar Beyoğlu'nda eğlendin. Ertesi gün görüşmelerdi, alışverişti, işti, güçtü sürekli koşturdun. Bari bugün bir ev tembelliği yap."

(Bu cümlede yazar kaç defa kendini telkin etmiştir?) 

"Tamam yaa" dedim. "Evdeki işimi gücümü tamamlayıp, bi film keyfi yaparım, sonra oturur bir şeyler okurum, misss!"

Fakat ne oldu? Gün ortasında işimizi bitirdikten sonra, bir baktım ki canım sıkılıyor. Tuğçe'yle birlikte mutfağa girdik. O elmalı reçel yaptı, ben de fesleğenli kabaklı makarna yaptım. Oturduk bir güzel yedik.

Fakat ne oldu? Canımız sıkılmaya devam etti.
Uzun zamandır, izlemeye değer bir şey bulamadığı için, ablam Sex and the City'nin eski bölümlerini izlemeye devam ediyordu. Bende evde olduğum için, 5-6 bölüm kadarına eşlik etmiştim. Karakterleri falan az çok tanıdım. O yüzden Tuğçe, "Hadi Sex and the City'nin birinci filmini izleyelim" deyince, bende "Tamam" dedim. İzlemek için kanepeye kurulduk.

Fakat ne oldu? İnternet bağlantımızdaki nedeni belirlenemeyen bir yavaşlıktan dolayı, film bir türlü yüklenemedi. Dedik ki, "Film yalan oldu, (Yazar gerçekte "yalan" yerine başka bir kelime kullanmıştır.) bari internette takılalım."

Fakat ne oldu? Ansızın bir kan şekeri düşüklüğü gelip beni can evimden yakalayıverdi. Canım daha çok çikolata istese de, tembellikten markete gitmek zor geldiği için, dolaptaki dondurmayı yedim. Kesmedi. İnternette bulduğum şu Portakallı Kek tarifini yapayım dedim.

Fakat ne oldu? Malzeme eksik çıktı. Ve yine üşengeçliğimden, gerisingeri salona çıkıp kanepeye oturdum. Anladım ki, bugün yaptığım hiçbir şeyden tam tatmin olamayacaktım. Dönüp soluma baktım, Tuğçe'yi kendi kendine saç renginin ne kadar güzel olduğunu söylerken buldum. "En azından yanlız değilim" dedim.

Fakat ne oldu? Tuğçe "Ben İstiklal'e gidiyorum" deyip kendini dışarı attı. Zaten amaçsız olan günümde, bir iki cılız yönlendirme yapan insan da gitti. Düşündüm, acaba ne yapsam diye? Bilgisayara bakınca yarım kalan Sex and the City'yi gördüm. Üşengeçliğimden, en kolay aktivite hali olarak gördüğüm hamleyi yapıp, Play tuşuna bastım... Ne bitmez filmmiş lan. 4 ayrı filme yetecek olaylar örgüsü, tek filmde ard arda ceyeran etti de etti.

Derken yine ne oldu? Çok acı bir şekilde, Cuma akşamımı evde Sex and the City izleyerek geçirdiğimi farkettim. Çok koydu, fena koydu. Bari hayırlı bir iş yapayım diyerek, ne zamandır yapmam gereken birkaç tasarım işini yaptım. Sonra dışarı çıkıp, eksik kek malzemelerini aldım. Mutfağa girip Nick Cave'in No More Shall We Part albümünü ve Portakal Ağacı adlı blog'da yer alan, Portakallı Kek tarifini açtım. Çırptım çırptım karıştırdım, kendimi kekle yatıştırdım. (Yazar burda bir yandan Nick Cave dinlemiş, bir yandan Nil Karaibrahimgil söylemiştir.) Ben onlarla oyalanırken bir baktım ki, bu Freaky Friday bitmiş. Bir tembel günü daha, en azından az buçuk bir meşguliyetle bitirdiğim için kendimi kutladım.

En sonunda keki fırına verdim, mercimekler içimde patladı ve bu boktan cumayı bu blog yazısı pakladı.

Sevgiler saygılar...

Bu Kek'ten çıkardığım ders: Yanıklarım olsa da, içime atarım...

...dışardan kusursuz takılırım. :P


12 Eylül 2012

Taşındık :)

Sanırım hiçbir zaman istediğimi istediğim anda yapan biri olamayacağım. Uzun zamandır yazmam gereken birçok konu, birçok değişim olasına rağmen bilgisayarımın başına bir türlü blogum için geçemiyorum.

Şu an İstiklal Starbucks'ta oturmuş bir arkadaşımı beklerken "Bari boş durmayayım" diyerek bu yazıyı yazmaya başladım. (Hayır, bu da 2 hafta önceydi. Ancak bilgisayara geçirebildim.) Derken fakettim ki, hava güzel, etraf güzel ve bu güzel havalarda bilgisayar başında bir saat vakit geçirmek, bir şeyler yazmak için kafa toplamak istememem normal.

Evet evet, dışarda bir şeyler yazmak daha iyi olabilir.

Öncelikli olarak yazmam gereken konu sanırım şu olmalı: TAŞINDIK!

Bilen bilir, İzmir'den İstanbul'a gelince, Tuğçe'nin Beylikdüzü'ndeki evinde halihazır düzen içinde yaşamaya başladım. Ama işime ve sosyal yaşantımıza uzak olduğu için uzun zamandır taşınmak istiyorduk Bir akşam tesadüfen bir ilan gördük, o anda aradık, ertesi gün evi gördük, düşündük taşındık ve evet taşındık. Aslında bu olay 2 ay önce ceyeran etti ama orasını karıştırmayalım.

Artık işyerime 15-20 dakikada gayet şehrin göbeğinden yürüyerek ulaşabiliyorum. (Ben yazımı bilgisayara geçirene kadar işyerimle son  noktayı koyduk. Artık yürümüyorum :)) İşten çıkınca da önce Yoga'ya -ki bu da ayrı bir post konusudur- ordan sonra da Cihangir'e, daha sonra da eve gidiyorum ve hala saat 21:30 oluyor.

Bir de taşınmadan öncesini hatırlayalım. Sabah 06:00'da kalkıyorum. Hazırlanıp 06:45 gibi, daha karga bokunu yemeden evden çıkardım. 145T gibi içindeki kalabalığın her gün değişebildiği bir otobüste, yer bulabilirsem oturur 1,5 saat daha uyurdum, yer bulamadığım zamanlardaysa neler yaşadığımı hatırlamak bile istemiyorum. İşyerime girdiğimde, millet hala daha esnerken , ben günün 3 saatini geride bırakmış, vücut bataryamın %20'sini harcamış olurdum. 18:00'da işten çıkıp 21:00'de eve ulaştığım zamanlara hiç değinmiyorum, gözüme seğirme geliyor...

İnsan bu sıkıntılı dönemleri atlattıktan sonra kendini ne kadar yıprattığını anlıyor. Evimiz çok mu güzel: Öyle çok çok yeni olmasa da, güzel. Ama tek önemli olan şey iç güzellik değilmiş, bunu da bir öğreti olarak evren tekrar tekrar kafamıza vuruyor. Şimdi yakın zamanda temizlik yapılmış evimizden birkaç fotoğraf paylaşıp noktayı koyuyorum. Yakında görüşmek üzere...

Burası salon. Bu gördüğünüz iki yüksek pencere evi tutmamızın yarı sebebi oldu. 


Bu köşeden film izlemek kıyak oluyor.

Evin suni aydınlatmaya en çok ihtiyaç duyan bölgesi: Mutfak.



Tuğçe'nin odası biraz küçük olduğu için, odanın en az karışık olan tarafını çektim.

Sürekli kendilerini duvardan atan küçük tablolarımız var.

Duvardaki görsel eblacığımın el emeei.



Vee.. Bu da benim odam. Ama daha bu duvarlara görseller gelecek, üzerinde çalışıyorum ;)

2 Temmuz 2012

Bir çocuğun gözünden...

Küçücük bir çocukken, Karşıyaka çarşı'da annem, ablam ve ben dolaşırken, bir binaya girmiştik. 6 yaşlarında falandım. O zaman ne olduğunu, nereye geldiğimizi çok idrak edememiştim. Ama bir dernekti bu. 


Kim bilir nereye gitmeyi umuyordum ki, içeri girerken çok sıkıldığımı hatırlıyorum.


Giriş kapısından adımınızı attığınız anda, sola kıvrılıp iç odalara uzanan bir koridor vardı. Girişin hemen karşısında ise büyük bir salon bulunuyordu. Klasik yapılı, çokça tanıdık gelen bir Karşıyaka evi gibiydi. Salona geçip ortadaki büyük masaya oturduk. Masa üzerinde bir sürü broşür ve el ilanı, duvardaki mantar panoda ise yazılar vardı. Okuma yazma bilmediğimden sadece resimleriyle ilgilenmiştim. Mantar panonun hemen üstünde bulunan büyük Atatürk portresi bana kendimi güvende hissettirmişti.


Derneğin içi kalabalık sayılırdı. Genç ve orta yaşlı insanlarla doluydu. Yapılacak bir yürüyüş üzerine konuşuluyordu. "Kalabalık, bir araya gelip Karşıyaka Çarşı'da yürüyecek"ti. "Yürüyüş" kelimesinin gezinti olmadığını çok iyi anlıyordum. Belli bir amacı vardı.


Derken kafamı geriye çevirip arkamda duran duvara baktım.


Üzerinde bir sürü fotoğraf vardı. Altlarında isimlerinin yazdığını anladığım, kadınlı erkekli bir sürü fotoğraf. Siyasi çalışmaların içindeki ebeveynlere sahip olduğumdan, seçim dönemlerine, propaganda çalışmalarına aşinaydım. Bu fotoğrafların da seçim amaçlı olduğunu düşündüm. Saymayı biliyordum. Tam 33 adet'ti.


Nasıl bir duyguyla sorma gereği duydum bilmiyorum. Ama o fotoğraflarda bir farklılık gördüm. Fotoğraflarda sıradan, gündelik bir tavır vardı. Klasik bir siyasetçi pozu olan yıldırım gibi bakışlar, güçlü kuvvetli bir çehre, idareten bağlanmış kollar değil, bildiğin tebessüm vardı. Sanırım bu nedenle odadaki her şeyden çok onlarla ilgilenip Annem'e sordum.


- Bunlar kim,


- Onlar Sivas'ta ölen 33 kişi Anneciğim.


- Biliyorum saydım. Neden öldüler?


- Öldürüldüler.


- Öldürüldüler mi? Nasıl?

Olayı küçük bir çocuğun anlayacağı dilden anlatmaya çalışmadı Annem, gerçeği doğrudan söyledi. Durumun şiddetini doğrudan koydu ortaya. O kadar tazeydi ki her şey, göz göre göre yapılan vahşet o kadar batmıştı ki insanların yüreğine, törpülenebilecek yumuşatılacak hiçbir yanı yoktu. Daha sadece bir yıl olmuştu. Katliamın ilk yılıydı. Hatırlamak, hatırlatmak için yapılıyordu o yürüyüş. Halbuki hiç çıkmamış gibiydi akıllardan. O odadaki insanların bir yıl boyunca kabusu olmuş gibiydi bu olay.

"Yakıldılar" sözü bir deprem gibi etkiledi o an beni. Baştan aşağıya sarsıldım. Anlaması çok zordu. Bir insan başka bir insana bu denli zarar verebilir miydi gerçekten? Sırf "Farklı düşünüyorlardı" diye mi yapılmıştı bu? Orda kadınlar da vardı, onlar korunmasız olurlardı. Hiç mi üzülmemişlerdi onlar ağlarken. 


- Yakıldılar Yiğit. Çünkü farklı düşünüyorlardı. Yaşadığın yerdekilerden farklı düşündükçe seni sevmezler. İnsanlar bazen çok tehlikelidir Anneciğim.

Dakikalar boyunca o resimlere baktım.


Bağnazlığın, alışıldık olmayana duyulan nefretin en şiddetli örneğiyle tanıştım daha o yaşta. Her bir resmi inceledim. Her birini canlandırdım kafamda. Nasıl olduklarını düşündüm. Dışarda nasıl davrandıklarını... Hepsine iyi özellikler yükledim. Aileleri arasında gördüm onları. Aileleri... sonra onları düşündüm. Onlar ne yapmışlardı? Nasıl dayanabilmişlerdi buna. Annemi düşündüm. O da ordaki insanların yaşlarındaydı. 

Ben böyle olmayacağım diye düşünmüştüm. Aydınlık ve karanlık gibi keskin bir ayrım vardı kafamda. Kim ne düşünürse düşünsün, nasıl hissederse hissetsin, ben o karanlık ve kötü insanlar arasında, onlar gibi yıkıcı olmayacağım. 

Yıllar sonra, bir insanın siyasal yönelimini belirleyen değişkenlerin değerlendirildiği "Siyasal Toplumsallaşma" kavramına kafa yorduğumuzda farkettim ki, o gün, benim hayatta durduğum yeri, edindiğim tavrı baştan başa etkiledi. Öyle çok derin bir siyasal katılımdan bahsetmiyorum; en temel değerleri öğretti bana. İnsan olana saygı duymayı, farklı olandan korkmamayı, yeniliğe açık olmayı öğretti. Bağnazlığın, sabit fikirliliğin ne denli çirkin, inanç sömürüsünün ve galeyana gelmiş kalabalığın ne kadar tehlikeli olabildiğini öğretti.


Alevlerin arasında bırakılan 33 insan öğretti bunu bana. 
Ve onları unutmayacak olan insanlar öğretti.


Onları saygıyla anıyorum.



8 Haziran 2012

Bir Madonna Gördüm Sanki...


Evet... beklenen gün geldi. Aylar öncesinden alınan biletler ve heyecanlı bekleyiş dün akşam nihayete erdi. Madonna, 19 yıl aradan sonra Türkiye'ye gelip, The MDNA Tour'un 3. ayağını gerçekleştirdi. Yıllar yılı bu günü bekleyen onlarca insan gibi biz de gidip izledik. :)

Konser dediğin, atmosferiyle insanı kendinden geçirip deliye döndürmeli. Günlerce setlist beklenip, heyecanla incelenmeli. Konseri verecek kişinin ülkeye gelişi, ülkede yaptıklarına dair haberleri inceden gündemi meşgul etmeli... Ama bu isim Madonna olunca, bu beklenti, bu ilgi ve takip, haliyle iki katı yükseliyor.

Dün yoğun bir iş gününün ardından bile olsa, TT Arena'da gayet enerji dolu bir bekleyiş vardı. 18.30'da kapılar açılmasına rağmen konserin 22.15'de başlaması beraberinde biraz yorgunluk getirse de, Madonna'nın ritüelinin başlamasıyla heyecean yine tavan yaptı.


Konserle ilgili öyle derin derin yorumlar yapmak istemiyorum. Nitekim aşikar bir durum var: Dev bir görsel şölen izledik.

Ama tek ve öz bir değerlendirme yapacak olursam, bu dev görsel şölen, seyirciyi o kadar ilüzyona soktu ki, Madonna denince zihnimde canlanan, o kendinden geçmişçesine şarkılara eşlik eden koca bir stadyumdan ziyade, hipnotize olmuş biçimde sadece izleyici konumunda olan bir kalabalık olarak kaldık. Diğer bir deyişle görsellik, müziğin önüne geçti ve biz de hiçbir şey kaçırmamak adına soluksuz izledik.

Setlist'in son iki bombası Like a Prayer ve Celebration'da ise Stadyum beklediğim kıvama geldi. Bütün millet ayağa kalkıp, şarkılara eşlik etti. Alkış, coşku tavan vs..

Ve ağıza çalınan bu son balla konser sona erdi.


Konser boyunca seyirciye mesafeli duran Madonna İstanbul'a teşekkür etti ve yine bir görsel şölenle sahneden kayboldu. Sonrasında tanımlayamadığımız bir ruh hali, hem coşkun hem yarım kalmış bir hava...

Eğlendik mi? Evet. Hayran kaldık mı? "Manyak mısın" cevabı sanırım yeterli olur :)

Ama geçen sene aynı stadyum'da Bon Jovi'yi izlemiş biri olarak, Bon Jovi'ye 10 üzerinden 10 verirken, Madonna'ya 7 vereceğim hiç aklıma gelmemişti...

Kendisini bir kere daha, daha yakından ve greatest hits'leri eşliğinde görmeyi çok isterim.

Keep going Madonna :) We love you so much...


Not: Abu Dhabi'deki açılış seremonisinin amatör bir videosuyla sizi başbaşa bırakıyorum. Sevgiler.

4 Haziran 2012

The MDNA Tour...


7 Haziran'a günler kala, Madonna'nın kariyerinin en önemli turnelerinden biri olacağına inandığım "The MDNA Tour" için heyecanımız dorukta.

Gün itibariyle Tel Aviv konseri ve bir adet Abu Dhabi konseri geride bırakılmış durumda.

Türk basininda, konserle ilgili "40 tırla geliyooor!" dışında çok da detaylı bilgiler duymadim. (Artık Türk basınını takip etmediğimden de olabilir tabii.)

O yüzden ben de, konserle ilgili birkaç kelam edip, konsere geleceklerle birlikte şimdiden ısınmaya başlayayım istedim.

Öncelikle konser hepimizin bildigi gibi 17.30'da kapılarını açıyor; Madonna'nın sahneye çıkışı ise 20.00'da olacak.başlıyor. Ön grup olarak kimin çıkacağını araştırdım ama internette bir bilgi bulamadım. (17 yıl önceki konserde Yonca Evcimik çıkmış.) Bence tarz olarak reggae müzik yapan herhangi bir grup çok iyi olurdu.

Geçen seneki Bon Jovi konserini ulaşım sıkıntısı nedeniyle kacirmistim, ama açıkçası çok da pişmanlik duymadim. Ulaşım demişken, konser alanina ulaşımı bilmeyen de bir çok insan olacaktir. Biletix'te de önerilen en kolay ulaşım, Taksim'den Metro'ya atlayip, Sanayi duragindan Seyrantepe duragina akt... ya neyse kalabalığı takip edin, sürüklenip gideceksiniz zaten...

Efendim konserin en onemli detaylarindan birini vermek gerekirse, Setlist aşağıdaki gibi olacaktır...

Act I:
1.    "Girl Gone Wild"
2.    "Revolver"
3.    "Gang Bang"
4.    "Papa Don't Preach"
5.    "Hung Up"
6.    "I Don't Give A"
7.    "Best Friend/Heartbeat" (Video Interlude)
Act II:
1.    "Express Yourself" (contains excerpts from "Born This Way")
2.    "Give Me All Your Luvin'"
3.    "Turn Up the Radio"
4.    "Open Your Heart"
5.    "Masterpiece"
6.    "Justify My Love" (Video Interlude)
Act III:
1.    "Vogue"
2.    "Candy Shop"
3.    "Erotica" / "Human Nature"
4.    "Like a Virgin"
5.    "Nobody Knows Me" (Video Interlude)
Act IV:
1.    "I'm Addicted"
2.    "I'm a Sinner"
3.    "Like a Prayer"
4.    "Celebration"

Madonna'nın turnelerinde, son albümlerine ağırlık verdiği bilinen bir durum. Yine öyle olmuş. Her ne kadar gözlerim bu listede "Jump" gibi, "Ray of Light" gibi, "Die Another Day" gibi bombaları arasa da, bence fena bir sıralama olmamış.  Act IV'te coşkunun tavan yapacağı kesin.

Bu arada youtube'da, %98'lerde like alan Tel Aviv videoları bulunuyor. Ama konserin büyüsünü bozmamak için izlemedim. Bence sizde dişinizi sıkın.

Perşembe günü görüşmek üzere.

Saygılar, sevgiler...

23 Mayıs 2012

Zayıflamaya Giden 7 Adım

Yaklaşan yaz günleriyle beraber çevremdeki birçok arkadaşımın kilo verme çabasında olduğunu duyuyorum. Bunun üzerine blog dünyasında da birçok yazı okudum ve görebildiğim kadarıyla herkes çabalarının karşılığını alıp kilo verebilmiş. Bu tarz başarı öykülerini okumayı çok severim. Genç centilmenler olarak, kış boyu üst bedende biriken, alkol, fast-food ve bin türlü muhteviyatın neden olduğu yağ kütlelerini, birbirimizi gaza getirerek yok etmekte bir mahsur göremiyorum. Yaklaşık 50 gündür yediğine içtiğine dikkat eden bir insan olarak, yanlız olmadığımı bilmek de güzel hissettiriyor.
(Paragraf içinde bilhassa centilmenler dedim çünkü, yazının içeriği bayanlarda, bahsedeceğim kadar hızlı sonuç vermeyebilir. Yine de denemekte fayda var.)

Kilo vermek hassas bir konu olduğu için öyle çok dillendirmek istemesem de, son günlerde "Ne olmuş sana lan?" lafını o kadar çok duyuyorum ki, kendi kendime şevklenmekten geri kalamıyorum. Herkes, nasıl olup da becerdiğimi soruyor.

Neyi nasıl becerdiğimi mi?
45 günde 11.5 kilo vermeyi nasıl becerdiğimi :D

Heheee.. evet ben yaptım onu. Ve bu "nasıl" sorusunu o kadar çok duydum ki, artık ben de bu konuyu blogumda paylaşmaya karar verdim.

Aslına bakarsanız herkes kendi vücudunu tanıdığı için, bünyeye neyin iyi gelip, neyin gelmeyeceğinin ayırdına da en iyi kendi varıyor. O yüzden prototip bir diet listesi paylaşacak değilim. Ama maddeler halinde size yardımcı olmaya çalışacağım.

Hazırsanız here we go,



1- Buy: Önce gidin kendinize bir tartı alın. Pahalı bir şey değilmiş, ben 30 liraya aldım bir tane. Ama eğer "Şimdi hiç tartıya para vermeyeyim" diyorsanız, kendinize anlayıuşlı sahipleri olan bir eczane bulun. Dietiniz boyunca kullanacağınız tek tartı da o olsun. Mücadele günlerine başlamadan önce, üzerine çıkıp mevcut kilonuzu görün. Sonra da ulaşmak istediğiniz hedef kiloyu belirleyin.

2- Eat: Diet'e başlamak için belirli bir gün seçin. (Hafta başı, ayın 10'u, 20'si gibi yuvarlak rakamlar olabilir.) Bu başlama sürecinize kadar kendinizi psikolojik olarak hazırlayın. Diete başlamadan bir gün önce de, şöyle sağlam bi yiyiniz efendim! Ama böyle tanıyarak yiyin, özleyeceğinizi düşündüğünüz şeyleri yiyin. Yerken de düşünün, bu hissettiğiniz duygu, psikolojik olarak size artı değer kazandırırken, fiziksel olarak tahrip ediyor. O anlık tatmin hissinin arkasından gelen, ağırlık ve hımbıllığa da konsantre olun. Ertesi gün temiz ve sağlıklı bir bedene ulaşan ilk adımı atacağınız konusunda kendinize inanın.

3- Collect Data: Rutin olarak tercih ettiğiniz yerler, diet yemekleri arayışınıza cevap olmayabilir. Böyle durumlarda, bu yiyeceklere ulaşacağınız yerleri, diete başlamadan önce bulmaya çalışın. İşinizin yakınında ev yemekleri yapan bir yer varsa, yağsız yemeklerini sorun. Siparişi nerelerden verebileceğinize dair bir göz atın. En güzel kuruyemiş nerden alınır onu öğrenin ;) Zor durumlarda yenebilecek düşük kalorili atıştırmalıkları çekmecenize depolayın vs. Şahsen ben Fındıklı'da neyi nerde bulabileceğimi biraz geç kavradım.

4- Divide Your Day: Diet süren boyunca, bir günde 6 öğün yiyeceksin. Fakat her öğün kalkıp öle, ızgara yiyeceğini sanma. Kaba taslak bir örnek oluşturmak gerekirse,

     -Sabah kahvaltısı olarak, 4 kaşık kadar buğday gevreği+yağsız süt,
     -Öğün arası olarak, 1-2 kuru meyve ve 5-6 adet ceviz ya da badem,
     -Öğlen, ızgaralar, salatalar, ya da fırında pişen yağsız yemekler,
     -Öğün arası, greyfurt, elma, ıvır zıvır,
     -Akşam, yine öğle yemeği benzeri herhangi bir şey,
     -Saat 20.30 - 21.30 gibi de, midede ufak kazınmalar olabileceğinden, yine badem ya da cevize sarabilirsiniz.

(Açık söylemek gerekirse, ben ilk başlarda daha hızlı randıman almak adına, akşam yemeklerinde de Buğday Gevreği tercih ettim. Ha bir de bu sabah ve akşam öğünlerinizi, normal dönemlerinizde yediğinizden biraz daha küçük porsiyonlarda tutmakta fayda var.)


5-Attention Please: Sıralayacağım tarz besinlere dikkat edin: Pirinç, şeker, aşırı baharat, tuzlu peynir, patates, muz, mısır, bira, beyaz ekmek, cips, çikolata, tatlandırıcılı içecekler vs..

Aslında gördüğünüz gibi herkesin söylediğinden farklı bir şey söylemiyorum. Eminim sende bunları biliyorsun. Fakat hatırlatmak isterim ki, bunlar günlük hayatta en çok tükettiğimiz şeyler. (Bilhassa benim...) Az yediğimizi dahil düşünsek, kilo vermek ve verememek arasındaki ince çizgiyi bu gibi şeyler belirliyor. O yüzden, siz de kendinize en çok tükettiğiniz şeyleri içeren buna benzer bir liste yapın ve ikamelerini bulmaya çalışsın. Örneğin ben, pirinç yerine bulguru, kola yerine sodayı, cips yerine kuruyemişi, latte yerine ise sade filtre kahveyi tercih etttim.

6-Full Throttle: Gün bugündür dostum. Getir kendini gaza. Ama öyle "Yağsız şeyler yemeliyim", "Düşük kalorili olsun", "Bunun blabla oranı nedir?" gibi şeyler zırvalayıp bir anda beslenme uzmanı kesilme. Kendini gaza getir yeter. Çevrendeki insanların senin diyetinle ilgili ayrıntıları dinlemesine gerek yok. Hele sakın öyle "Canım tatlı istiyoo yeeaa!!" gibi hatun triplerine bağlama, çakarım suratının ortasına bi tane.

7-Don't Eat: Haydi gazan mübarek olsun aslanım. Yukarda yazdıklarıma benzer şeyler ye, sağlıklı olduğuna inandığın şeyler ye, ama öyle bok püsür yeme. Bir kere zaten erkek olduğun için, metabolizmadan kazanıyosun. Azıcık irade gösterince sende göreceksin ki, fazlalıklar sapır sapır gidiyor. 1 hafta sonra fark kendini göstermeye başlayacaktır. Ama daha da güzeli, ikinci günden itibaren kendini daha sağlıklı ve zinde hissedeceksin.

Bu yolun sonuna kadar gider de hedef kilona ulaşırsan, o zaman sana gıpta ile bakan bir sürü bayan olacak. Ve seni temin ederim, o bayanlar sana bakınca sadece zayıflamış bir erkek değil, başlıbaşına bir irade örneği, bir başarı anıtı görecekler. Belki de... belki de hayallerindeki o sağlam aile babası örneği sen olacaksın! :D

Bence onları bu duygulardan mahrum etme.
Biraz dişini sık.
Sonra da gel, seninle karşılıklı iki bira içelim.

Hadi sağlıcakla kal. :)


Not: Bu yazının hiçbir bilimselliği yoktur. Olur da ölürseniz, mesuliyet bana ait değil :)

22 Mayıs 2012

Sistine Şapeli

Son yarım saattir, gerçek dünyadan uzaklaşmış, ruhani diyarlarda meşk edecesine gezinmekteyim.

Hayır kafam güzel değil...

Sadece küçücük ofis odamın dışa açılan tek penceresi olan iMac'imin ekranından bir harikaya tanıklık ediyorum.

Lafı fazla uzatamayacağım, zira bu toz bulutu kaybolmadan her dakikasının tadını çıkartmak lazım.

Aradğınız cevaplara bir tık la ulaşabilirsiniz.

Ohhmm my god.... :)

20 Mayıs 2012

Ben öğrenciliğimi özledim.

Geçen sene bu zamanlarda, beyim kıvlcımlarımı çufçuflarcasına ders çalıştığım final döneminde, kötü geçen bir sınavımı hatırlıyorum. Bugün mail box'ımda eski bir mail ararken, tesadüfen o sınavın arkasından hocama attığım bir maili gördüm. Hoşuma gitti bloguma koyayım dedim.

Yiğit'ten Yakarışlar

Hocam bakmayın böyle bi başlık attığıma, daha önce öyle pek yakarışta bulunduğum olmamıştı, ama bu sefer durum kritik.

Hocam bi 65 yetiyo yaaa ;)) Bu sene mezun olmaya çalışıyorum. Hiç ders bırakmamam lazım.

Yazın Amerika'da staj'da olucam. Bu yüzden, Yaz okulu + Tek ders ile, 4 dersten kalma hakkımı da kaybetmiş oluyorum.

E hepsi de güzel geçti ve geçiyor. Yerel'de öyle ama risk altında olduğum için biraz insiyatifli değerlendirmenizi rica ediyorum.

Çalıştığım için derslere gelemiyorum biliyosunuz. Dolayısıyla ödev'de alamadım.

Sanırım bu kadar kritik bir aşamada siz de olsaydınız, benim yaptığımı yapardınız ;))

Durun en bomba cümlemi kurucam şimdi: "Belki sizin hayatınızda bu not çok küçük bir ayrıntı olucak, ama ben ilerde uluslararası platformda başarılı bir geçmişi olan 50'li yaşlarda bir işadamı olduğumda, sizleri minnetle anıcam."

Zeki, ahlaklı, saygılı, yakışıklı, çalışkan, güleryüzlü, sabahtan akşama kadar kırmızı  cafe'de oturmayan, hem çalışan, hem okuyan öğrenciniz...

Yiğit Keskin ;))
2005465022
Yerel Yönetimler


Maili tekrar okuyunca, şöle bi durdum düşündüm, bi tarafın yiyorsa şimdi bu lafları patronuna söyle bakalım dedim. Söylenir mi? Söylenmez. Bu lakayitlik ancak öğrencilik yıllarında yapılırdı. O da bitti gitti...

I feel like a shit. WTF..

14 Mayıs 2012

Gossip - A Joyful Noise

Merhaba Millet.


Bu sendromlu pazartesi gününde, hem havanın kapalılığını hem de ofis ortamının ezici gücünü üzerinizden atmak için bahane arıyor ama bulamıyor musunuz?

Ben buldum. BEN BULDUM!

Sever misiniz, tanır mısınız bilmiyorum ama Gossip grubunun en azından Heavy cross parçasını dinlemişsinizdir. En durağan bünyelere enerjiyi enjekte eden başarılı şarkılara imza atmış bu grubun bir süredir yeni albümünü beklemekteydim.

Bugün sabah ofiste, bir radyo grubu temsilcisiyle aldığımız küçük bir toplantıda, konu bir ara dağılıp müzik zevklerimizden konuşmaya dönüştü.

Önerilen radyolardan birini açtım ve bir baktım ki, daha Türkiye'de yayınlanmayan yeni Gossip albümü, A Joyful Noise, sitenin Homepage'ine konmuş çalınıp duruyor.

Ard arda 4 defa dinledim. Dinledikçe keyiflendim. 

Hatta hemen favori şarkımı bulup Tumblr sayfama bile ekledim. Bu linkten ulaşabilirsiniz.

Heyecanla dinleyin. 

Esen kalın. 



13 Mayıs 2012

Orjinal iPhone Cover...

Digital dünyada "elmaci" diye tabir edildigini öğrendigim, iphone ciktiktan sonra Apple gibi bir markanin varliğindan haberdar olmuş ve sirf artizlik olsun diye, hayvan gibi para bayılıp bütün apple ürünlerini almis bir kitle var bu ülkede. Bu insanlari, kucaklarindaki macbook pro'larla starbucks'ta msn'e girerken gorunce o cihazlara o kadar aciyorum ki, bu degersiz ellerde kiymet gormuyoruz kurtar bizi diye isyan ettiklerini duyuyorum resmen.

Bu yogun ilgi ve devasa vergi yuku nedeniyle, tonlarca para olan apple urunlerini, benim gibi anti-elmacilarsa kolay kolay alamiyor.

Fakat gectigimiz Mart ayinda katildigimiz Basel Fuari icin İsvicredeyken, firsati ganimet bilip apple store'a daldim ve kendime en siyahindan bir iphone 4s kaptim. Hem de ne kadara soyliyim mi sayin elmacilar.. 690 chf'ye, yani 1360 tl'ye. Nasil? Acidi demi?

Ama velakin, fuar zamani galanti giyindigimizden bir deri kilif aldim ki, aylardir yapisti kaldi telefonuma, bole tarzima uymayan cibilliyetsiz bir goruntu verdi.

Ben de internet uzerinden bi cover satin alayim derken, super bir site kesfettim. http://telefonkilifim.com/ sitesinde goreceginiz gibi, kendi iPhone Cover'inizi kendiniz tasarlayip, hazirlatabiliyorsunuz. Bebde Gnarls Barkley'nin sevdigim bir albumu olan St. Elsewhere'in kapagini kendime cover yaptim. Fiyat biraz fahiş cikti ama o kadar ugrasinca da iptal etmeye icim elvermedi.

4 gun sonra ofis odama bir kargo geldi ki ne goreyim. Cok da guzel olmus, pek de iyi guzel olmus. Aldim taktim hemen telefonuma. O da hemen cehre degistirdi. İyi ki Chanel, Burberry temali cover kullanan biinin eline dusmedim de senin eline dustum diye sevindi. Sonra da oturduk, beraber size bubuaziyi yazdik. Elmacilara inat olsun diye...



8 Mayıs 2012

Sosyal Medya Perhizi

Cehennem gibi bir dört ay geçirdim sevgili Escape from the Cage okurları. Hala daha da taşlar yerine tam oturmuş değil. Bilmiyorum özlediniz mi, merak ettiniz mi, "Noluyo lan bu adama, bi sesi soluğu kesildi" dediniz mi?

Olay şu; yaşamında keyif aldiğin şeylere ket vurulduğu anda içinden hiçbir şey yapmak gelmiyor.

Yazacak bir şey yaşamadığında da, sırf yapmış olmak için yazmak, saçma oluyor.

Bende durup bekledim. Her gün, her saniye bekledim.

Beni blogumdan ve hatta diğer bütün sosyal medya araçlarından koparan bu koca şehrin karmaşasına alışmayı, çığrından çıkmışçasına üzerime yığılan iş yükünü def etmeyi bekledim.

Sonuç: Bi bok degismedi.

Yada etkili bir degisim degildi.

Ya da ben o kadar dejanere oldum ki, artık değişim meğişim fark etmiyorum.

...

Yani, diyorum ki, maaşallah Istanbul'a geldim geleli kafam ..kildi ve ..kilmeye de devam ediyor.

İki büyük fuar, tonlarca fazla mesai, saatlerce yol, kar kış, yağmur çamur, gerginlik, sinir, stres derken, hepsinin tavan yaptığı bir dört ayı geride bıraktık.

En son anladim ki, şehrin karmaşasının dineceği yok. Bari ben kendimi sakin tutayım dedim. Sonunda, İstanbul'a yapmaya geldiğim seyleri hayata geçirmeyi umuyorum. Bunun içinde sadık bir blog yazarı olmak da var.

Bekleyip göreceğiz, zamanla İstanbul bana başka neler getirecek.

İnşallah daha fazla yamuk yapmaz.

Amin.

31 Ocak 2012

Nadas...

Ocak aylarında bana ne oluyor böyle? ;) Geçen sene de, yine böyle basiretsiz, üretimsiz bir ay geçirmiştim.

Herhalde havalardan olacak.

Bir de iş yoğunluğundan.

Hadi hiç olmadı, yolum uzun be abi.


Ama şunu bilin ki, kendimi nadasa bıraktım. ;)

Şu aralar, okuyorum, izliyorum, gözlemliyorum.

Bir beslenme dönemine girdim.

Yakında alametlerinin ortaya çıkacağını umarım.

Biraz anlayış ve sabır dilerim sizden.


Hem her büyük yazarın da bir duraklama dönemi olmamış mı?

;)

Sevgiler...