29 Eylül 2011

Mezuniyetten sonra...

Yeni eğitim sezonu başlamış, koca bir yaz tatilinden sonra uzaktaki arkadaşlar şehre gelmiştir. Yeni mezun bir öğrenci olarak uzun zamandan sonra ilk defa, arkadaş ziyareti için okula gidilir. Yollarda ölüp geberilir ve bunca yıl nasıl bu kadar yolun tepildiği merak edilir. Kampüse varıldığı anda bir yabancılık hissi gelip seni bulur. Bütün simalar değişmiştir. Öğrenci popülasyonu 3 katına artmış gibidir. Sherwood'dan geçerken öğrenci klüplerinin ardı arkasına açtığı standlara hiç olmadığı kadar yoğun bir talep vardır. İktisat Oyuncuları standında bir iki çene çalınır. Üniversite hayatının ilk günleri akla gelir. Her attığın adımda başka bir öğrenci senin eline klüp broşürünü tutuşturur. "Ben öğrenci değilim" demeye dilin varmaz. Hızlı hızlı o kalabalığın arasından sıyrıldıktan sonra dönüp bir kez daha kampüsün en işlek bölümüne bakılır. O kadar güzel bi ahenk vardır ki durur bir fotoğraf çekersin. Hızlı adımlarla ilerlenir. Kırmızı Cafe'ye varılır. Artık öğrenciler kafenin dışına taşmıştır. Okulun ilk haftaları uğruna, kendini gösterme çabası içersinde, olabildiğince cix giyimli kızlar ve erkekler sarmıştır dört bir yanı. Gözler arkadaşları arar. Cafe'nin en uç masasında görülür. Uygun adım ilerlenir. Kollar açılır, 32 diş görünür ve ağızdan çıkan "Heyyyt" nidasıyla teletabiler gibi sıkı sıkı sarılınır. Oturduğun yerden, omuz sıkmalarla, dize vurmalarla sevgi gösterileri alır başını gider. Havadan sudan muhabbetin ilerlediği ilk 10 dakikada, sağda solda, görmek istediğin ya da istemediğin bir sürü kişiyi görürsün. Yetmezmiş gibi mezuniyet sonrasına dair sorular alır başını gider. O da yetmezmiş gibi kampüs'ten çıkarsın. Arabaya atlanıp arkadaşının kaldığı öğrenci yurduna gidilir. Deniz kenarına kurulu, mükemmel bir günbatımı manzarası olan yurdun önündeki bahçede bir süre oturulur. Hiç yaşamadığın yurt hayatına özenilir. Artık bitmiş olan, geri gelmeyecek olan öğrenciliğini ne kadar layığıyla yaşadığını düşünürsün. Cevap vermezsin kendine. Ama uzun bir otobüs yolculuğuyla, eve dönüş esnasında düşünüp durursun sorunun cevabını. Sonrasında mütevazı bir tebessümle "Ehh işte" der geçersin. Eve gediğinde canın sıkılmıştır. Bilgisayarı açarsın. Bir iki maillere bakarsın. Derken internet kesilir. Zaten gün boyu dolup dolup boşalmış olan duygu yoğunluğunun patlaması için gerekli bahane de eline verilir. Gözün seğirirken, bir yandan da modeme reset atarsın. Durum değişmez. Sinirlenirsin. Bilgisayarı kapatırsın. Işığı kapatırsın. Kapkaranlık odada kalırsın. Ama neye kızdığını, neye sinirlendiğini bilemezsin. Yatağa girer, gözünü kapatır, içinden her şeye söversin. Biri iki lanet okursun, bir iki gözüne toz kaçar. Sonra uyku yardımına koşar. Uyur kalırsın.

Sabah kalkarsın, berbat durumdasındır. Bir şeyler yersin. Bir şeyler okursun. Derken dün gece aklına gelir. Klasik mezuniyet sonrası psikolojisini yaşarken tek başına olmadığını düşünürsün. Sen ve senin gibi bir sürü insan olduğunu hatırlarsın. Arkadaşlarının da aynı sıkıntıları yaşayabileceğini düşünerek, yaralarına merhem olmak adına bu yazıyı karalarsın. Sonra da kalkar sınıfınızın facebook sayfasında paylaşırsın. Bu duygu yoğunluğu da gelir geçer...

Esen kalın  ;)

Not: Bu güzel arabayı Oğuz, Nur ve Ben kampüsün otoparkında gördük. Ve bu arabayı istiyoruz...


27 Eylül 2011

"Inventing a job is better than finding a job..."

Hello Everybody.

Şu an o kadar keyifli bir şarkı dinliyorum ki, bunu sizlerle paylaşmadan edemeyeceğim. Karşınızda Gnarls Barkley'den Gone Dady Gone... Bir yandan dinleyin bir yandan okuyun.

Yakın zamanda, iş aradığımdan ve bu arayışın pek de mutlu gitmediğinden bahsetmiştim. Hala daha durumda bir değişme yok. Ama bugünlerde ruh halimi ayağa kaldıran çılgın bir iş projesi var kafamda. Tabii ki o projeyi buradan paylaşacak değilim, ama dünyanın güzellikleri benim lehime hizmet eder de, bu fikri hayata geçirebilirsem, emin olun ilk siz duyacaksınız.

Baktım ki hayatta olmak istediğim yerde değilim, son zamanlarda borç-alacak tablosu gibi sürekli değişen hayat felsefemi tekrar bi değiştireyim dedim. Yeni felsefem, Harvard'lı mezunların sloganı olan, "Inventing a job is better than finding a job". Türkçe meali, "Bir iş yaratmak, bir iş bulmaktan daha iyidir". Bu sloganı çok tuttum. Daha önce hiç hissetmediğim bir yıkıcılık hissettirdi bana. Öyle ki, sanki yer, zaman, mekan kavramları ortadan kalkıyor ve ben kendimi matrix'in o bembeyaz ortamında buluyorum. Kafamdaki çılgın projeyi hayata geçirmem için ihtiyacım olan her ne ise, ensemdeki jag girişinden zerk edilmişçesine sahip olduğumu hissediyorum. Bu gazla gidersem, mermeri delmem an meselesi...

Fakat şimdilik günlerim 9 metrekarelik odamda geçmeye devam ediyor. Bende kaçınılmaz olan bu bekleyişin askerliğini yapıyorum. Neyse, bu süreç içinde de hayırlı bir iş becerdim. İstanbul'da ikamet eden ablamın kısa bir süre kullanıp, tam da güzel giderken terk eylediği blogu Lifelong'u tekrar hayata geçirmesini sağladım. Güzel bir tasarım yaptık ve tekrardan yayın hayatına sunduk. Buyrun burdan bakın: Lifelong

Tekrar görüşene değin, şimdilik bu kadar.

26 Eylül 2011

Yol Filmleri...


Tanıyanlar bilir... Bu hayatta en severek yaptığım eylem, hiç kuşkusuz film izlemek. Bacak kadar boyum varken bile, sinemayı takip eder, vizyonda ne var ne yok, hangi filmin konusu ne çok iyi bilirdim. Ee küçüklüğümden beri o kadar film izleyince, hayalimdeki mesleğin  astronotluk olması beklenemezdi zaten. Ama artık anladım ki, evrenin, benim oyuncu olmam gibi bir planı yokmuş :) Belki de bu düzeni değiştirmemeliyim. Sanırım adam gibi durup, iyi bir seyirci olmaya devam etmeliyim. Neyse konumuza dönelim...

Bu hayatta yapmayı sevdiğim şeylerden bir diğeri de yolculuk yapmaktır. "Yolculuk" lafını duymak bile hoşuma gider. Kelimenin kendisinde bilinmezliğe giden bişey var ve tehlikeli de sanki... Velhasıl kelam, bu iki zevki buluşturan, birbiri içinde eriten, son dönemlerde benim için bambaşka bir keyif kaynağı haline gelen şeyle ilgili ufak bir post hazırlamak istedim: Yol Filmleri…

Bahsettiğim gibi son günlerde çok fazla yolculuk filmi izler oldum. Özellikle, sırt çantası, motosiklet ve anı defteri gibi öğeleri barındıranlar insanı fazlasıyla cezp ediyor. Nitekim, bu filmlerle, maceraperest ruhlara duyduğum kıskançlık da iki kat arttı. Bir gezgin’in dünyayı tanımak, dünyayı tanırken kendini bulmak arzusunun beni bu denli çekmesine çok şaşırmıyorum.

Bunun sebeplerine gelirsek, 23 yıllık hayatım boyunca, doğduğum semtte yaşıyor olmam, her zaman macera ruhlu bir insan olmama rağmen, aile bireylerinin sarıp sarmalamaları arasında riske girmeden büyümem olabilir mi? Tabii ki olabilir.

20’li yaşlara adım attıktan sonra fark ettim ki, birey olmak ve dış dünyaya karşı tek başına ayakta durabilmek, başarılı bir hayat sürmenin en önemli kıstası. Bu güce erişebilmek ise, tam da içinde bulunduğum yaşlarda, hayatı ne kadar güzel yaşadığınızla ve kendinizi ne kadar keşfettiğinizle alakalı. Tüm bu süreçleri geçirmemi, birey olmamı, güçlü olmamı, kendimi keşfetmemi en kısa yoldan sağlayacak olan nedir diye sorduğumda ise, aklıma ilk seyahat etmek geliyor.

İşte bu yüzden, artık, yaşam alanımın sınırlarını yeniden düzenlemek istiyorum. Bu yazın başından beri, artık izlemekle kalmayıp, bir backpacker olarak kendi yolculuğuma çıkmayı ciddi ciddi düşünüyorum. Yanlız kalmak istiyorum. Sağımdaki solumdaki insanların sarıp sarmalamaları olmadan, bir miktar sefil hayat yaşamak istiyorum. Evimden uzakta, rahat koltuklar ve televizyonla, yine evimin konforuna ulaşmak değil, yeri geldiğinde kilometrelerce yürümek, ama her adımıma anlam yüklemek istiyorum. Gideceğim yer hiç önemli değil, çünkü önem verdiğim seyahat kavramının ta kendisi. Elbette daha sonra, rotamı belirleyip dümeni kıracağım zamanlar olacaktır; ama içinde olduğum şu yaşlarda, rüzgarın estiği tarafa savrulma özgürlüğünü, kısıtlı bir süre için de olsa, yaşamak istiyorum.

Ama galiba öncesinde biraz daha gaza gelmem gerekiyor. Şimdi siz de, böylesi bir serüvene girme potansiyelini kendinizde görüyorsanız, size vereceğim şu filmlere bir göz atın. Hepsi de türünün güzel örnekleridir ve ruhta serüven arzusu yaratmaktadır. Ayrıca birbirinden güzel Gezi Blogları da var. Bilginize sunarım...

En sevdiklerimden biri...

En gaza getirenlerden biri...


Eh güzel içeriklilerden biri...


En kolay izlenenlerden biri...

Diğerlerinden farklı...

Norah Jones yeter...

Sıkıntılı yolculukları içeriyor, sonunda umuda eriyor...

Bu film "Eat" kısmında terkedilme tehlikesi taşıyor.


Bu beni çok beter etti, çok.
 İzlemesi sabır istiyor, unutması kolay olmuyor... 

Çok ateşli...

Not: Hemen söyleyeyim bu bir sıralama değildir. Son günlerde izlenen ve aklıma gelen filmler paylaşılmıştır. Sonra çıkıp "Eee, sen yol filmi diyon, .........'yı yazmıyon" demeyin...
               

15 Eylül 2011

İş Halleri ve İs-Hal...

Evrendeki güçlerin, benim üzerimden yaptıkları bazı espriler, bazen en kötü espri anlayışının bile sınırlarını zorluyor. Şu anda, bir yandan koca bir cips paketini elime almış, diğer yandan da "Bleeding Love" şarkısına eşlik ederek bu yazıyı hazırlıyorum. Neden böyle regl olmuş hatun tribindeyim bilmiyorum ama, sanırım bir haftadır kariyer.net'in morluğunu görmenin verdiği bıkkınlık, son 4 gündür geçirdiğim hafif rahatsızlık ve bugün dışa dökmek için yanıp tutuştuğum, ama dökemeyince içimde patlayan öfke nöbetinin sönmemiş lavları nedeniyle bu halde olabilirim.

Sanırım hepsini teker teker ele alırsak daha iyi olacak.

***

Öncelikle geçen Mart ayında, Türkiye'de önemli bir yere sahip firmalardan birinde iş görüşmesi yapmıştım. İsim vermeyeyim, firma'nın ismi "Metris" olsun. Bu yaz Amerika'da bulunmayı planladığım için, öncesinde part time çalışıp para biriktirmeme yardımcı olacağını düşünerek, Metris'in grafik departmanına, part time olarak başvurdum. Gelin görün ki Metris, beni çok beğendiğini, portfolyomu çok beğendiğini, benimle part time değil, full time çalışmak istediklerini söyledi. Bunun için de bir an önce okulumu bitirmemi ve Amerika planımdan vazgeçip onlarla çalışmamı istedi. Bende "Heee babayı alırsın, babayı" dedim. Ama bir insanı nasıl ikna edeceğini iyi bilen Metris, laf arasında, hiç çaktırmadan, "Aylık 2500 TL" gibi bir sözcük öbeğini bilinçaltıma yerleştirdi. Yine de uzun zamandır planını yaptığım Amerika yolculuğuma zarar vermek istemediğimden reddettim.

Bu görüşmenin üzerinden belli bir süre geçti ve Amerika'nın ekonomik krize doğru sürüklendiğine dair haberler yayınlanmaya başladı. İşin garip yanı bir yandan da dolar yükseliyordu. Amerika'da çalışacağım iş ise henüz netleşmemişti ve ben vize için çok geç kalmıştım. Bu olumsuzlukların alternatifi, aylık 2500 TL olunca, 180'le U dönüşüne girip doğruca Metris'in yolunu tuttum.

Velhasıl kelam anlaştık. Mezun olana kadar freelance çalışacağıma, mezuniyetten sonra tam zamanlıya geçeceğime, bir an önce mezun olmazsam kulaklarımın çekileceğine (aman aman), Amerika seyahatimden vazgeçeceğime karar verdik...

Vermez olaydık!

***

Bayramdan iki hafta kadar önce, Metris'de görüştüğüm işverenimi aradım. Kendisine mezun olduğumu haber vermek için 2 aydır ulaşmaya çalıştığımı, inatla bana niye dönüş yapmadıklarını sordum. İşçi / İşveren diyaloğunda olması gereken, ezik çalışan / güçlü patron dengesini sağlamakta zorlandım ve biraz hesap sorarcasına konuştum. Karşılığında Metris'in yeni bir oluşum içinde olduğu, benim de bu oluşumun içinde olacağımı, her şey netleşince bana dönüş yapılacağı söylendi. Bunun tarihi ise bayram sonrası olacaktı.

***

Bunca zamandan sonra, Metris'in sözüne güvenemeyeceğimi anlayıp, Bayram sonrasında ufaktan iş arayışına giriştim. Hemen hepsine internetten başvurduğum, 30 küsür grafiker ilanından sonra herhangi bir dönüş alamayınca, korktuğum başıma geldi. En olmadık iş pozisyonları gözüme cazip görünmeye başladı. çünkü yaz boyunca gezip tozmamı, kafamı dağıtmamı sağlayan tatil bitmişti ve ben evde durmaktan sıkılmıştım. Bu nedenle okuduğum alandan ya da iş tecrübemin olduğu alanlardan çok farklı pozisyonlara bile başvurdum. Çünkü artık kararımı vermiştim. Bu son hezimet bana ders olmuştu ve artık "Aklımı değil, Kalbimi dinleyecek"tim.

Dinlemez olaydım...

***

İç organlarım saldırı öncesinde toplantı halindelerdi. Kalp Takımı (Heart Team: Kalp, Akciğer, Karaciğer, Dalak ve Pankreas) bir araya gelmiş göğüs kafesimde, zaferlerini kutluyorlardı. İç Organları Genel Yönetim Rejimi değişmişti. YK kod adlı kullanıcı, genel yönetimi Beyin'den almış Kalp'e vermişti. Artık iktidarda Beyin değil Kalp vardı. Alyuvarlar sokaklarda sevinç çığlıkları atıyor, eğlence kan olmuş damarlarımda akıyordu.

Beyin Takımı (Brain Team: Beyin, Mide, İnce Bağırsak, Kalın Bağırsak, Böbrekler ve Testisler) ise, kafatasım içinde oturmuş bir yandan kederle içiyor bir yandan da ateşli ateşli suikast planı hazırlıyordu. Bir anda retinalarımdan ekrana gelen Ana Haber bülteniyle ekrana kitlendiler. Kalp, balkona çıkmış, alyuvarlara zafer konuşması yapıyordu. Hiddetle Tv'yi kapattı Beyin. Dönüp takımına konuştu:

- Suikast planlarımızı gözden geçirelim. Bu yönetimi kabul etmiyoruz, iktidarı ele geçirmemizin tek yolu zor kullanmak.

İnce Bağırsak çekinerek söz aldı.

- Ama patron, YK başarılı hükümetimizi devirdi. Nasıl karşı koyabiliriz ki?
- Zorla. Kaleyi içten fethederek. Görevi ihmal ederek. YK'ya acı çektirerek.

Sırayla fikirler ürettiler.

- Beyni sulandıralım.
- Olur olmadık testesteron salgılayalım.
- Dışardan mafyayla anlaşalım böbrekleri çalsınlar.
- Duyu organı ayarlarıyla oynayalım.

Derken Beyin söze girdi:

- YK'nın zayıf noktasını biliyorum. Bana Omurilik Soğanını bağlayın! Sen ince bağırsak, günde üç kat hızlı çalışacaksın. Sen Mide, görevini durduracak, hazmetmekte zorlanacaksın. Sen Kalın Bağırsak, katıya değil sıvıya programla.

Beyin takımının tüm üyeleri, inanmayan gözlerle ve heyecanla sordular: Yani, yani demek istediğin?..

Beyin cevap verdi:

- EVETTT...  GÖREVİMİZ:İSHAL... HAHHHAHAHAAAAAA!!!!!

***

Son 5 gündür evden dışarı çıkamıyorum. Her 20 dakikada bir tualete gitme ihtiyacı... Sinirim öyle oynadı ki sormayın. Hastalanınca insanın içinden hiçbir şey yapmak gelmiyor. Ben de kendimi filmlere verdim. Ortalama olarak günde 3 tane film izliyorum. Son iki gündür izlediğim filmlerdeki karakterlerse, hep duygularıyla hareket eden, böyle uzun uzun devam eden ama bi yamukluğu olan ilişkileri inatla sürdüren, riske kolay giremeyen karakterler oldu. Biri bağlanmaktan korkan bir aşık, diğeri rehabilitasyona yatırılmış bir alkolik, diğeri etrafındaki insanlardan nefret eden ama arkadaşsız kalmak istemediği için katlanan biri falan filan... En sonunda tabii ki hepsinin kafasına bi anda bişey dank ediyor ve doğru yolu bulup mutlu oluyolar. Aman ne güzelll...

Derken benim de kafama dank etti. Ben de onlardan biriydim. İçinde olduğum hastalıklı bir ilişkiyi sınav haline getirmiştim. Bu duygularımı bir kenara bırakıp mantığımı kullanmalıydım. Bende kendi hastalıklı ilişkimi sonlandırmalıydım. Metris'le olan ilişkimi...

***

Sabah kalkar kalkmaz Metris'i aradım. Son haftalarda olduğu gibi yine işverenime ulaşamadım. Çelimsizce yapılan birkaç aramadan sonra, iş yerinden tanıdığım başka bir insanla kendisine not bıraktım. Öğleden sonra telefonuma dönüş olmayınca bu sefer sekreterine mesaj bıraktım. Sabahtan akşama kadar, "Artık sizinle çalışmayı ben istemiyorum" demek için aradım durdum, ama bunun için bile adama ulaşamadım. Bi Münir Özkul'u bile oynattırmadılar bana. Kaldı ki ben, bu herif beni işe alacak diye bekliyorum. S.ktir çektim içimden. Daha da aramam sormam dedim. Her şeyi bir maile döküp, Metris'te tanıdığım herkesin mailine göndermeye karar verdim. Ama maili yazmadan önce bunca atraksiyonu bloguma yazayım da bir kendime geleyim dedim.

Böyle işte sevgili takipçilerim, bir tarafa giren şemsiye açılmazmış. Bunu da bir hayat tecrübesi olarak kabul edip haneye yazdık. Bakalım bundan sonra neler görücez. Neyseki ufaktan iyileşmeye de başladım. Yarına daha büyük umutla bakıyorum artık ;))

Kendinize iyi bakın.

***

YK kod adlı kullanıcı sessizce yazısını bitirirken, Beyin Takımı (Brain Team: Beyin, Mide, İnce Bağırsak, Kalın Bağırsak, Böbrekler ve Testisler), kafatası içindeki toplantı odasından çığlık çığlığa haykırdı:

- Yine kazandık!

1 Eylül 2011

Çiko'nun Mutfakı: Rosso Mojito!

Sevgili takipçilerim, blogumu izleme zahmetine giren benim dışımdaki 7 izleyici, Escape from the Cage Facebook sayfasını beğenen değerli 25 üye ve hiçbir yerden kendini göstermeyip de gizliden gizliye blogumu kurcalayan, istatistiklerimde ortaya çıkan, 3 kıtaya yayılmış yüzlerce kişi... Öncelikle hepinize bu güzel bayramın son gününde, şapur şupur bir küçük çocuk öpücüğü konduruyorum ;))) Sonrasında da sizinle güzel bir haberi paylaşıyorum.

Her seferinde size, pire kadar olaylara deve kadar anlam yükleyip bir torba yazı yazacak değilim ya ;) Bu seferki yazım sizi oldukça mutlu edecek bir şey. Bu yazı, Escape from the Cage'de yeni bir devrin başladığı an. Artık sizlere "Çikonun Mutfakı" etiketiyle, kendi uydurduğum ya da sağdan soldan görüp evde denediğim güzel yemeklerin, efendime söyleyeyim, tatlıların, çay, kahve, kokteyl vs'lerin tariflerini paylaşacağım bir yazı dizisi sunuyorum... Şaşırdınız değil mi? Evet, işin aslı, ben çok güzel makarna yaparım. Bu da güzel yemek yapabilme potansiyelim olduğunu gösterir. O halde bu potansiyeli açığa çıkartmanın zamanı gelmiştir arkadaşlar. Tabii ki bu sıcak yaz gününde farklı bir denemem de oldu. Ve sizi temin ederim ki bu deneme, sizin çok hoşunuza gidecek. Takdim ediyorum: Rosso Mojito...

Evet "Çiko'nun Mutfakı"nda ilk paylaşacağım tarif Rosso Mojito. Artık herkeşler küçük çaplı bir barmen, bir barmaid, bir kokteyl erbabı olabilecek inşallah. Tarife başlamadan önce, Mojito'yu çok sevdiğimi söyleyeyim. Martini Rosso ise en büyük favorilerimden biridir. Dolayısıyla Rosso Mojito artık benim için oldukça önemli bir yerde...

O halde ufaktan tarife geçiyorum.

Öncelikle malzemeler:

       * 6 cl (yarım çay bardağı) Martini Rosso
       * 1 adet Limon Aromalı Efes Fıçı Bira
       * 1 adet Lime (Yeşil Limon)
       * 1 avuç içi kadar Taze Nane Yaprağı
       * 1 tatlı kaşığı Esmer Şeker
       * 1 su bardağı Kırık Buz
       * 1 adet Kalın Pipet

Yapılışı:

       1- Bir adet Lime'ı boylamasına dörde bölüyoruz. Daha sonra iki çeyrek dilimi alıp, her birini enlemesine üç eşit parçaya dilimliyoruz. Dilimlediğimiz Lime'ları büyükçe bir bardağa (33 cl'lik) atıp sert bir cisimle, çok bastırmadan eziyoruz. Amaç lime'ların suyunu salması, fakat acısını salmaması. O yüzden çok fazla güç uygulamamak gerekiyor.


       2- Bir avuç Taze Nane Yaprağını avucumuza alıyoruz. İki defa nanelerin üzerine tokat hızında vuruyoruz. Burada amaç, nanelerin esansını salmasını sağlamaktır. Vurduğumuz naneleri bardağa atıyoruz. (Tokatın şiddeti hakkında endişeleri olanlar için kaynak: Sevda Demirel...)


       3- Bir tatlı kaşığı esmer şekeri bardağa ekliyoruz.


       4- Vee Mojito'ya can veren mucize bir vermut olan Martini Rosso'yu (6 cl) bardağa ekliyoruz ve karıştırmaya başlıyoruz.


       5- Güzelce karıştırdığımızdan emin olduğumuzda, kırık buzlarımızı, bardağımızın tam ağzına gelecek kadar dolduruyoruz.

       6- Vee, dışarda içtiğiniz Mojito'larda bulamadığınız lezzeti verecek bir diğer malzememiz olan Limon Aromalı Efes Fıçı Birayı, buzlarımızın üzerinden, bardağı tamamlayacak kadar dolduruyoruz...


       7- İyice bir karıştırdıktan sonra, geride kalan çeyrek lime'lardan birini bardağın üzerine koyuyoruz. Kalan bir iki nane yaprağıyla içkimizi süsleyip, pipetimizi de koyduktan sonra, içkimiz yudumlanmaya hazır oluyor.

Afiyet olsun efendim.


Not 1: Eğer isterseniz, Martini Rosso yerine, aynı ölçüde Bacardi koyarak normal Mojito yapabilirsiniz. Ya da bira yerine soda kullanabilirsiniz. Hatta ve hatta, evinizde Martini Rosso veya Bacardi yoksa, 3. adımdan sonra sadece buz ve elma suyu kullanarak da, Mojito'ya çok benzer bir tat elde edebilirsiniz.

Not2 : Bugün gördüğüm kadarıyla Blogger'da da yenilik var. Yeni arayüzü çok beğendim, hepimize hayırlı olsun. Twitter, Facebook gibi, öncesini aratan web arayüzlerinin yerine daha sade ve kolay bir arayüz tasarladıkları için tasarımcılarına teşekkürü bir borç bilirim... ;))