10 yıl insan ömründe hiç kısa bir zaman değil. Hiç değil... Hele ki bu 10 yılın
13-23 yaş aralığını kapsayan yıllar olduğunu düşünürsek, etkisi katlanıp 20 yıla bedel oluyor. Çünkü insan hayatında, bu kadar değişimin olduğu başka bir dönem görmenin mümkün olduğunu sanmıyorum. Ben de bu 10 yıla, her gencin sığdırması gereken rutin şeyleri sığdırdım. Bazılarında eksik kaldığımı, bazılarında hızlı ilerlediğimi şimdilerde daha net görüyorum. Ama neyse, konumuz bu değil. Yazının asıl konusu, bu 10 yıl boyunca benim hayatımda olan ayrı bir şey, Harry Potter... :))
13 yaşındayken, okuldan eve döndüğüm bir akşam saatinde, yorgun argın otobüsten inip odama savrulduğumda gördüm onları. Çalışma masamın üzerinde, edebiyat kurdu dayım tarafından alınıp konmuş iki renkli kitap masum masum yatmakta idi: Harry Potter ve Felsefe Taşı, Harry Potter ve Sırlar Odası... "Ne lan bunlar, çocuk kitabı mı okucaz bu saatten sonra!" diyerek, odamda kendi kendime artistlenirken, bir anda bir baykuş sesi geldi kulağıma. Uzun ve tiz bir şekilde ötüşle birlikte, odamın ışıkları söndü ve evin çatısından küçük yıldız tozları yağmaya başladı. Harlayan şömine alevinin kızgın gölgeleri karanlık odamın duvarını boyarken, mistik ve gizemli bir ses eşliğinde, duvardaki kukuletalı silüetler gözüme çarptı. Bir anda sarsılmaya başlayan odamdaki bütün kitaplar raflardan teker teker dökülümüş ve masanın üstünde duran Harry Potter kitapları parlak gümüş rengi bir ışıkla çerçevelenmişti. Nerden geldiğini bilmediğim bir rüzgar esti ve aniden açılan kitap sayfalarının arasından, bir altın snitch, eski bir şapka, bir asa, bir süpürge çıkıp odama saçıldı... En sonunda da, ağzında saman rengi bir mektup zarfıyla beyaz bir baykuş fırlayıp omzuma kondu... Zarfı alıp yavaşça açtım ve içindeki mektubu çıkarıp okudum:
Sayın Yiğit Keskin,
Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu'nda yerinizin ayrılmış olduğunu size bildirmekten mutluluk duymaktayız. Ders yılı 1 Eylül'de başlamaktadır. Gerekli kitap ve gereçlerin listesi ilişikte sunulmuştur.
Sevgilerimizle...
Minerva McGonagall
Müdür Yardımcısı
Çok pis gaza geldim... Çok pis. Biliyordum zaten başından beri herkesden farklı olduğumu ;)) Hemen asamı elime alıp pratik yapmaya başladım. Derken, içerden bir ses işittim...
Yiğit! Hadi oğlum git bakkaldan bir ekmek, 1 kilo da yoğurt al. Pakize Teyze'ne söyle kaymağından koymasın. Kız Tuğçe, gel sende salata yap bakiyim...
Hayalindeki o asa bi tarafıma girmişçesine kalakaldım
. En son Noel Baba'nın gerçek olmadığını öğrendiğimde bu denli üzülmüştüm. Paşa paşa gidip, yoğurdumu ve ekmeğimi aldım. Akşam yemeğini yedikten sonra da, sinirden hiçbir şey okumadan yattım.
Neyseki ertesi gün, can sıkıntısından ve dayımın sorgulamalarına maruz kalmaktan korkup elime aldım ilk kitabı. Kanepeye kurulup bir başladım ki okumaya, hiç kalkmadan 80 küsür sayfayı okumuşum. Dışarıdan gelen ve beni cezbetmeye çalışan sokak gürültüsüne bile aldırış etmiyordum. Birkaç güne ilk kitabı bitirdim. Daha sonra ikinciyi... Bu arada resmen kitabın misyonerliğini yaptım, sağımda, solumda... Sırf kitap üzerine muhabbet edebileceğim birileri olsun diye her önüme gelene okuttum kitabı. Daha ben ikinci kitabı okuyordum ki, ilk film vizyona girdi. Cümbür cemaat bütün sınıfı organize ettim ve sinemada izledik. Aynı yıl üçüncü ve dördüncü kitapları da bitirdim. Yıllar yılları kovaladı. J.K. Rowling'in durmak bilmeden yazmasıyla ve bu serinin beni sardığını gören dayımın kapıp getirmesiyle diğer kitapları da okudum. Gerek lisede, gerek üniversitede, elimde Harry Potter kitabı olan dönemler oldu. Son iki kitabı eskisi kadar sıcağı sıcağına okumasam da, yine kendimce büyük bir ciddiyetle okudum. Ayrıca o dönemlerde daha iyi anladım ki, Harry Potter, kesinlikle bir çocuk romanı değildir. (Nokta!)
Seriyi bitirirken gece 04.00 sularıydı... Yedinci kitabın son sayfalarındaydım. İki yıl önceydi. 21 yaşındaydım... Harry Potter defteri o gün kapanmadı tabii ki. Daha çıkacak filmler vardı... Geçen ay, İstanbul'a gidip, ilk günden İstiklal Caddesi'nde gezinirken, kafamı bir kaldırdım ki ne göreyim: Her tarafta boy boy, "IT ALL ENDS" yazılı Harry Potter afişleri... Bir koydu ki sormayın... O zaman anladım ki, artık yolun sonuna gelmişiz, artık bu serüvene veda etme zamanım gelmiş.
İzmir'e döndükten sonra, kafamdaki planı hayata geçirdim. İlk filmden başlayarak, bütün Harry Potter filmlerini tekrardan izledim. Bütün süreci, bütün kronolojiyi tekrar yaşadıktan sonra, dün Harry Potter ve Ölüm Yadigarları 2 için bilet aldım. Yüzüklerin Efendisi'nin bitiminde ağlayan arkadaşımın ne denli madara olduğunu gördükten sonra temkinli davranıp sinemaya tek başıma gittim ve maceraya üç boyutlu olarak son verdim. İzledikçe geçmiş 10 yılım aklımdan geçti. Yazının başından beri paylaştığım bütün o enstanteneler gözümün önüne geldi. Filmdeki elemanlarla aynı yaşta oluşumuzda garip bir tesadüf ve güzellik oldu. Harbiden beraber büyümüş gibi hissettim kendimi filmi izlerken.
Ve her güzel şey gibi o da bitti. İnceden bir tebessümle mutlu mesut sinema salonundan ayrıldım. Afişlerden birinin önünde durup uzun uzun baktım. David Yates'in, Harry Potter'ın başına gelen en iyi yönetmen olduğunu düşünerek, Egs Parkın içinde dolaşmaya başladım. Tam da çıkıp, Bostanlı'da arkadaşlarla buluşup birşeyler içmek için yürüyen merdivenlere adım attığımda, bir anda merdivenler yer değiştirdi ve beni alışveriş merkezinin ön çıkışına yönelttti. Derken, bir anda mağaza karanlığa gömüldü. Spot ışıklarının yerine, havada asılı duran yüzlerce mum yavaşça etrafı aydınlattı. Bir yerlerden tuhaf gizemli bir
Melodi gelmeye başladı kulağıma. Kafamı kaldırıp baktığımda alışveriş merkezinin çatısının şeffaflaşıp puslu gökyüzünü göstermeye başladığını gördüm. Mağazanın ortasında uzun uzun dört tane masanın üzerinde envayi çeşit yiyecek duruyordu. Duvarlarda asılı duran fotoğraflardaki karakterler hareket edip duruyordu... Ağır ağır alışveriş merkezinden çıktım. Merdivenlerin başında durduğumda, ön tarafta, açık otoparkın sonuna doğru bir balkabağı tarlası ve taştan yapılmış bir bekçi klübesi gözüme ilişti. Karşımda, İzmir körfezi üzerinde asılı duran puslu fakat temiz bir hava vardı. Karşı taraftaki dağların zirvelerinin bulutlara değdiğini görüyordum. İlk önce fısıltı gibi kulağa gelen melodii gökyüzünde aniden çakan bir şimşekle birlikte şiddetlendi. Yarı karanlık gökyüzünde, ayın önünden bir grup uçan süpürgeli büyücü geçti.
O zaman anladım. Macera asıl o an sona ermişti... ;)