18 Mart 2011

Dogma 95 ve Karanlıkta Dans...

Mart ayında ne kadar çok özel gün varmış. Birçok arkadaşımın, konu komşunun, bi denecik ablamın ve benim doğum günümüz bu nadide, baharın habercisi olan ama kazma kürek yaktırmaktan da geri kalmayan ayda gerçekleşiyor. Bu kadar özel gün olunca da, insan sürekli bir hatırlama uğraşı içine giriyor.
13 Mart sabahı, bende durmuş, "Ulan bugün bişey vardı da neydi?" diye düşünürken, şahsi hayatım için küçük, ama sinema dünyası için büyük bir adım olan Dogma 95 Manifestosu aklıma geldi. Evet galiba oydu, bugün dogma 95'in 16. yıldönümüydü.
Dogma 95, Lars Von Trier ve Danimarka"nın "kafalı" yönetmenlerinden yakın arkadaşı Thomas Vinterberg tarafından, 1995 yılının 13 Mart gecesi yemek masasında, sinemadaki illüzyon ve aşırılıklara karşı 10 maddelik kuralın yer aldığı bir manifestodur. Manifestoya göre sinema, yapay tekniklerden, görsel efektlerden uzak tutulmalı; yönetmeni, sanatçı olmaktan çok bir ifade noktası haline getiren, yapay ışık/ses/set kullanımı gibi teknikleri karşısına almalı; katı ve kısıtlı bir pencereden gerçekleştirilen bir sanat dalı olmalıdır.
Fakat gelin görün ki, manifestonun isim babası olan Trier bile, bir süre sonra, kendi koyduğu ilkelere sırtını dönmüştür. Aslında iyi ki de dönmüş, çünkü ilk Dogma örneği olduğu söylenen Idiots filminden ziyade, Karanlıkta Dans filmiyle gönlümü kazanmış ve favori yönetmenim olmuştur.


Lars Von Trier'e kısaca değinmek gerekirse; İkinci Dünya Savaşı sonrasında İskandinavya"da, ateist bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Danimarka"nın çoğu zaman karanlık ve soğuk atmosferinde yetişmiş ve kendi deyimiyle "fobi ve obsesyonlarla dolu bir çocukluk" geçirmiştir. 12 yaşında okuldan kaçar ve bir bakımevinde "soyutlanmış" yıllar geçirir. Bu deneyimler onun dünyayı algılama şeklinde ve kendi sineması üzerinde büyük değişiklikler yapar. Danimarka Sinema Okulu"nda öğrenciyken eline aldığı 16 mm kamerayla çektiği üç film de ödüller toplar. “Avrupa” adlı filmle de adını dünyaya duyurmuştur.

Dogma 95, Trier’in sanat yaşamı için bir dönüm noktasıdır, daha sonra kimi çevreler Trier’i göklere çıkartırken, kimileriyse yerden yere vurdular. Hatta bazı eleştirmenler "Dogma olmasaydı Danimarka sinemasının bu kadar adı geçer miydi?" diyerek Dogma"nın bir pazarlama tekniği olabileceğini düşünmüşler.

Sinema seyircisi de Trier filmleri söz konusu olunca ikiye ayrılıyorlar: Kimi sallanan kameranın, yapay ışık kullanılmamasının gerçekçi ve huzursuz bir hisle sonuçlandığını savunup seviyor. Kimi de kamera hareketlerinin ve alışılmamış kurgunun filmin yaratabileceği etkiyi azalttığını düşünüp nefret ediyor.

Hatta bu durumun sonucu olarak da, Trier"in 2000 yapımlı kan donduran filmi "Karanlıkta Dans" Cannes Film Festivali"nde ödülünü alırken salonun yarısı tarafından alkışlarla, yarısı tarafından da yuhalamalarla karşılanmış. Trier ise bundan oldukça memnun kalmış. Kendisinin de istediği meğer tam olarak buymuş: "Herkesin benden nefret etmesini ya da tam tersi, sevmesini istemezdim. Bu en iyisi."


Ve bahsetmek istediğim film adı geçen “Karanlıkta Dans”dır. Filmi ilk 2004 yılında izledim. Hani bazı filmler vardır ya, ikinci bir kez izlemeye eliniz gitmez, aynı duyguları tekrar yaşamaktan çekinirsiniz, ama bir kenarda da en iyi filmler listenizin en tepelerinde yer almıştır, işte öyle bir film Karanlıkta Dans. 



Filmin konusu kısaca şöyle: Oğlu ile bir karavanda yaşayan Selma, kalıtsal bir hastalık yüzünden kör olmak üzeredir. Oğlu da aynı hastalığı taşımaktadır ve ameliyat edilmezse o da kör olacaktır. Selma kendini oğlunun ameliyatı için gereken parayı bulmaya adar. Fakat olaylar düşündüğü gibi gitmez. Komşusu Selma’nın ameliyat için biriktirdiği parayı çalmıştır. Selma parasını geri almak adına suç işlemek zorunda kalır...

Film, finalinde insana adalet kavramını, yaşamı, değer yüklediğimiz bir çok şeyin ne derece anlamlı olduğunu sorgulatıyor. Suratımıza gözyaşları eşliğinde, bir tokat gibi iniyor...
Değinmeden edemeyeceğim bir diğer noktaysa, oyunculuklar... Zira Catherine Deneuve, David Morse, Peter Stormare gibi usta oyuncuların beklenen başarılarının yanında, ilk oyunculuk deneyimini gerçekleştiren Björk beklenenin çok çok üstünde bir performans göstermiş ve Cannes'da en iyi kadın oyuncu olarak ödüllendirilmiştir.




Bir Lars Von Trier filmi izleyip salondan çıktıktan sonra zangır zangır titreyen, sorgulayan, şaşkınlıkla koltuğundan kalkamayan yahut son sahneyi gözyaşlarıyla karşılayan bir birey olmaya hazırlıklı olun. Size tavsiyem, sonraki 1-2 gün önemli bir işiniz varsa Trier filmi izlememenizdir. Zira, etkisi devam ettiği için adaptasyon sorunu yaşatabilir.
Lafı kendisinin söylediği bir sözle bitirmek istiyorum.
"İyi bir film ayakkabının içinde kalmış taşa benzer."
Esen kalın...